8 Haziran 2010 Salı

BEN KÖYÜMÜ İSTİYORUM





Sanma ki misafiriz biz burada
Hem ben, hem sen hem de o
Şu üzerinde durduğumuz enkaz var ya,
Bir zamanlar muhteşem bir konaktı o...














Ben Yaşar Toraman Kadir Çöteli ve
asker arkadaşım İsmet















Mehmet Turgut'la

















Oğlum Şadan'la









Akrabam, abim, dostum arkadaşım o köydeki tek yoldaşım cennet mekan RASİM emmi.









Tepeden eski bağa bakış







Köye bakış









MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

BEN KÖYÜMÜ İSTİYORUM!

Şairin dediği gibi gitmesem de, görmesem de bir köyüm vardı uzakta…

Adı GÖKÇE – LOTOĞLU olan bu köyde doğdum. Bu köyde büyüdüm. Bu köyün derelerinde yıkandım. Bağlarında bahçelerinde gezdim. Kuzu güttüm, çimen biçtim, ekin derdim.

Bu köyde bir sevda düştü gönlüme, hiç çıkmayan, hiç sönmeyen bir sevda. Benimle yaşayan ancak hiç üremeyen bir sevda.

***

Geçtiğimiz hafta yıllardır gitmediğim bu köye gittim. Bu köyde korkunç bir savaştan geri kalan enkazla karşılaştım. Yaşadığımız koca koca konak misali evlerin yerinde yeller esiyordu. Birileri bu konakları yıkıp tarumar etmişti, birileri derelerin yatağını değiştirmişti, birileri bağları bozmuştu, birileri suları kurutmuştu ama kim?

Kim yapmıştı bu kötülüğü?

Bu soruya cevap arar gibi çocukluğumuzun geçtiği bahçelere indim. Ah keşke inmeseydim. Gözlerim doldu. O güzelim yeşil örtüyü birileri kaldırmış yerine güneşin soldurduğu, haşin ellerin derdiği, kanlı baltaların kestiği bir virane tabloyu koymuşlardı. Bilmeyenlerin bu köyü evveliyatı ile kıyaslamaları mümkün değildi.

***

Neydi o günler yalın ayaktık. Üzerimizde ninemizin diktiği rengârenk yamalı giysiler vardı. Yol yoktu, yordam yoktu. Teknoloji bu köy içinde olsa henüz icat edilmemişti. Radyo nedir, televizyon nedir, taksi nedir kimsecikler bilmiyordu. Köyün karşı dağına paralel bir demiryolu vardı. Köylünün tanıdığı ilk teknoloji buradan geçen yük ve yolcu trenleriydi. Ama köyün tamamına yakını bu trene bile binmemişlerdi. Trene binmek için para isterdi. Kimselerde para yoktu ki.

İşte burada bir ah çekiyoruz. Derinden derine bir ah! Niye çekiyoruz neyi özlüyoruz ki böylesine içten, böylesine derinden ahlar çekiyoruz onun dahi sebebini bilmiyoruz ki!

***

O zamanlar bu köyün tam önünde bir çay akardı kışın geçit vermeyen yazın kurumayan bir çay gürül gürül akardı. Aktığı yerlere yeşillik götürürdü, güzellik götürürdü, serinlik götürürdü. Bizler yani o dönemin çocukları Yaşar ve okul arkadaşım rahmetli Mehmet Toraman, rahmetli Kemal Öner, yakın akrabam Mehmet Turgut topladığımız koca koca taşlarla bu çayın önünü kapatır biriken sulara girer yıkanırdık. Her taraf yemyeşildi. Bahçelere güneş ışığı bile sızmazdı. Bahçeler meyvelerle doluydu. Ve bu bahçeler köyün kuş cennetiydi.

Toprak damlı evlerimiz şen şakraktı bacası tüter kapısından penceresinden güneş girer, ışık girer, bereket girerdi. Akşamları bu toprak damlarda yatar, gökyüzündeki yedi kardeşi, saman yolunu izlerdik. Bir yıldız kaydığında birisinin öldüğüne inanırdık. Belkide ben böyle bir ortamda birilerine tutuldum ona sevdalandım, olabildimse şair oldum.

***

Her ilkbaharda koyunlar keçiler doğurur kuzuların melemesi bir ninni gibi köyümüzü kaplardı. Hele akşam üzere sürülerin köye gelmesi sevgiliye verilen bir serenat gibiydi. Küçükbaş hayvanlar cağlıklarına konur, sütleri sağılır, kuzular süte salınırdı.

İlkbahar aylarında köyün erkekleri bir duvarın dibine dizilir hem güneşlenir hem de hatıralar tazelenirdi. Köyümüzün doyumsuz bir güzelliği vardı. Her taraf yemyeşildi geceleri cırcır böcekleri, ağustos böcekleri ile kurbağalar sabahlara dek müzik ziyafeti çekerlerdi. Sabah ezanı ile birlikte dallarda tüneyen kuş sürüler kafileler oluşturur bir yöne doğru uçup giderlerdi.

Ya bu gün!

***

Bu gün asri gurbet harap etmiş köyümü.

Bu gün şehirlere olan göçler viran etmiş köyümü.

Bu gün köyüm tarumar olmuş, şairin dediği gibi bir ev orada bir ev burada kalmış. Köyümün bağları sökülmüş ağaçları kurumuş kurumayanlarda yakacak odun niyetine kesilerek şehre götürülüp canlı canlı yakılmış. Köyün çeşmesi bile kurumuş. En acısı köyün ilim irfan yuvası okulunun kapısına kocaman bir kilit vurulmuş yıkılma sırasını bekliyordu. Cami cemaati bile kaybolmuştu. Kısaca köyümden eser yoktu. Güneşin girmediği o bahçelerde dinlenecek bir gölgelik kalmamış. Gürül gürül akan o çay bir yudum suyunu bir canlıya vermez olmuş, kurumuş kurak bir dere oluvermişti.

Şehirlere olan insan göçü hızlandırılarak devam etmiş bu da yetmemiş Avrupa’ya insan göndermişiz kendi toprağımızda ağalığı bırakmış gâvur illerinde kölelik etmişiz, kendi ülkemizi kalkındırmak yerine elin ülkesini kalkındırmaya özen göstermişiz. Ne yazık ki bununla da övünür hale gelmişiz.

***

İçimdeki bu duygularla tren hattına çıktım. Burada LOTOĞLU köyünün viraneliği daha net bir şekilde gözüküyordu. Köyün güney yamacındaki gazi dedem Lotoğlu Yakup ağa ile birlikte yattığım baykuşların konduğu bağımıza baktığımda gözlerimden iki damla yaş iniyordu.

Ağlıyordum!!.

O anda içim burkula burkula “ Bana köyümü verin, ben köyümü istiyorum” demek geldi içimden.

O temiz ve eli selek insanların yaşadığı, toprağının bire yirmi verdiği, bağında bahçesinde bülbüllerin öttüğü, deresinde ırmak misali suların aktığı sevgilerin sevdaların yeşerdiği geceleri yıldızların seyredildiği köyümü istiyorum.

Teknolojinin bütün nimetleri sizin olsun, lüks arabalar, süslü giysiler, lüks yaşantılar, bir türlü isimlerini öğrenemediğim plazalar, restaurantlar, baazarlar, televoleler, diskolar, barlar ve çok katlı modern binalar sizlerin olsun.

Bana köyümü verin, sade, duru ve tertemiz köyümü. Ben köyümü istiyorum!

***///***

Mehmet Şükrü Baş 07 Eylül 2007 Elazığ Nurhak Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder