MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
ASMA SÖĞÜDÜN GÖZYAŞLARI
(DOĞANIN İNTİKAMI)
Merkeze bağlı Lotoğlu (Gökçe) köyünde, köyün hemen yanı başında bağ, bahçe ve sebzelik karışımı 24 dönümlük bir (arazimiz) bahçemiz vardı. Bir yamaca yaslanmış adına “Gani Serik” dediğimiz bu bahçenin doğusunda bir su kaynağı bulunurdu. Bu su yaz kış şarıl şarıl akardı. Kış aylarında sıcaklığından buharlaşır yaz aylarında buz gibi soğuk suyunu köylülere ikram ederdi. Bunun yanında önündeki gölü (*) sabah ve ikindi vakitleri olmak üzere günde iki defa doldurur bu vakitlerde göl salınarak önündeki sebzeleri meyveleri sulandırır, çevresine hayat verirdi.
Bu göl yaz aylarında köyün çocuklarının içerisinde serinlediği bir göldü. Doğu ve kuzey tarafında iki tane asma söğüt vardı. Bu asma söğütler biri birine sarılarak koyu bir yeşilliğe bürünür gölde su olunca süetleri suya yansır doyumsuz bir güzellik oluştururlardı.
Asma söğüt böylesine muhteşem güzellikler karşısında rüzgârların ritmine kapılır şarkılar söylerdi. Çünkü o etrafını sevmişti, günün her saatinde bu tertemiz suda serinler etrafını da serinletirdi. Çevresi de mutluydu kendiside mutluydu.
***
Gölün etrafı elma, armut, kayısı ve vişne gibi meyvelerle çevrili, zemin yem yeşil çimenlerle kaplıydı. Kime gelirse gelsin köye bir misafir geldiğinde mal sahibinin haberi olsun olmasın buraya döşekler serilir, misafirler ağırlanır, burası bir mesire yeri haline getirilirdi. İlkbahar aylarında gölün etrafındaki yediveren gülleri açtığında doyumsuz bir güzellik meydana gelirdi. Akşama yakın köyün genç kızları ellerindeki küzelerle (**) çeşme başına gelir buz gibi sudan küzelerini doldurur evlerine götürürlerdi.
Her akşamüzeri gün batımında bir türkü duyulurdu bu yolda…
Pınarbaşı ben olaydım yar, yar, yar aman,
Bulanırsam bulanaydım leylim, leylim, leylim aman.
***
Bu yer bu köyün ortak malı gibiydi. Tarlasında yetişen taze taze sebzelerde sanki bu köyün de hakkı var gibiydi. Bir köye yetiyor, lezzetine doyum olmuyordu. Bir gün bu havuzlu gölden hiçbir hakkı olmadığı halde kaba kuvvetine güvenen bir komşumuz burada hak iddia ederek bizi mahkemeye vermişti. Ben o zamanlar ilkokulda idim sene 1950’lerdi. Köye mahkeme heyeti geldi orada ilk defa mahkeme heyetini görüyor, hâkimi, kâtibi mübaşiri tanıyorduk. Keşif için gerekli incelemeler yapıldı bilirkişiler, şahitler dinlenildi. Hâkim bizi dava edene “Burada senin ne hakkın var?” diye bir soru sordu. Sağlıklı ve tutarlı bir cevap alamayınca da davanın reddine karar verdi.
***
Bu asma söğütlerin şahit olduğu ilk niza ilk ihtilaftı. Asma söğüt ilkbaharda çevresini saran yediveren güllerin kokusuna alışmıştı, onların rengine sevdalanmıştı, etrafındaki meyve ağaçlarının bereketine, doğanın saf ve duruluğuna inanmıştı. Birden bire insanların bu inanışlarına müdahalesine, biri birlerini çekememezliğine, bencilliğine, husumetliğine, birlik ve dirliğin bozulmasına daha fazla dayanamamış sararıp solmaya başlamıştı.
***
Aradan uzun yıllar geçti bu süre zarfında çevreye yapılan saygısızlık, çevreye yapılan saldırılar dur durak bilmiyordu. İnsanlar su içtiği kaynağı yaşatmak yerine, kurutmayı tercih ediyordu. ”Benim yoksa onunda olmasın” kültürü her alanda kendisini gösteriyor, cehalet, husumet ve çekememezlik alıp başını gidiyordu. Kış aylarında yakmak için o yemyeşil, o gencecik meyve ağaçlarını acımasızca kesiyor, buna mukabil yerine yenilerini dikmiyorlardı. Göze başındaki ağaçlar azaldıkça azaldı. Artık yediveren gülü de yoktu. Bir yaz günü göle serinlemek için giren çocuklar asma söğüdün ağladığına şahit oldular asma söğüt ağlıyordu. Tabiat ana insanların duyarsızlığına, umursamazlığına, bencilliğine, nankörlüğüne, ihanetine ağlıyordu. Yıllar yılları kovaladı doksanlı yıllara gelindiğinde bir sabah kulakları tırmalayan bir hızar makinesinin sesiyle o yöne gitti köylüler. Gördükleri manzara çok hazindi her iki asma söğüt boylu boyuna yerde kıvranıyor can veriyorlardı.
***
Doğa kendisine özgü bu renk cümbüşünün hoyrat eller tarafından karartıldığına, yediveren gülünün zamansız koparıldığına, asma söğüdün ağlatıldığına ve nihayetinde acımasızca kökünden kesildiğine daha fazla dayanamadı. Bütün nimetlerini kıstı biz insanlardan. O günden sonra taze bir meyveyi yemyeşil bir sebzeyi daha dalında iken kurutmaya başladı.
Toprak ana artık bereket fışkırmıyordu, bire on, bire yirmi vermiyordu. Peteğinden çıkan arılar yuvalarına geri dönmüyordu. Gazi dedem Lotoğlu Yakup Ağa umutsuz bir bekleyişle gözü gibi baktığı arılarının peteklerine geri dönmesini bekliyordu. Ağaçlar kuruyor, petekler bal vermiyor, yeşillikler zamansız soluyordu. Doğa kendisine zalimce zarar verenlere daha da zalimane bir şekilde cevap veriyordu. Gölgesinde uyuduğumuz, gölgesinde serinlediğimiz ağaçlar birer birer kurudu. Ne bir gölgelik nede serinlenecek bir yer kalmadı. Güneşten korunmak için açtığımız şemsiye parçalanmıştı, bizleri Temmuz sıcağından koruyamaz hale gelmişti.
Gün geldi çevresine hayat veren önündeki gölü günde iki kez dolduran buz gibi soğuk suyunu biz insanlara cömertçe ikram eden suda kurudu. Hem de gözesinden kurudu, kaynağından kurudu. Artık ne akan suyun sesi nede her akşamüzeri bu yolda söylenen türküler duyulmuyordu. Tabiat ana küskün, tabiat ana suskundu.
***
Şimdi bütün köyün gözbebeği konumundaki havuz başımız ve de bizi kıskandığından ötürü mahkemeye veren komşumuzun tarlasında baykuşlar bile ötmüyordu. Yaban çalıların kapladığı bu tarlaya bu viran haneye insanoğlu girmiyor, giremiyor.
Doğa intikamını çok acımasız bir şekilde almıştı.
Şikâyete ne hakkımız nede yüzümüz vardı.
Çünkü doğayı biz katlettik biz tükettik.
Kestik dikmedik, biçtik ekmedik, ekip yetiştirmedik.
Asma söğüdü biz ağlattık, onu kökünden kestik. Ağlamasına bile aldırmadık dalından budağından ayırdık.
Ve…biz doğayı katlettik.!
***///***
(*) Toprak havuz
(**) Topraktan su kabı, testinin büyüğü
******
Mehmet Şükrü Baş 28 Eylül 2007 Elazığ Nurhak Gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder