31 Mayıs 2010 Pazartesi

ÇANAKKALE MAHŞERİ
































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

ÇANAKKALE MAHŞERİ




























Biz yaştaki insanlar sanıyorum daha da duygusal oluyorlar. Gördüklerinde duyduklarında daha fazla etkileniyorlar. Hele insanın içinde sönmeyen bir sevgi, coşkulu bir sevdaya dokunulduğunda yaşına başına bakmadan iki gözü iki çeşme olanlarımız da oluyor.
***
Ramazan Bayramı tatilinde bayram ziyaretlerini bitirdik sıra misafir beklemeye geldi. Evde oturmayı pek sevmeyen bir yapıda olduğum için kendime bir meşgale aradım ve aradığım meşgaleyi Mehmet Niyazi’nin o muhteşem “Çanakkale Mahşeri” romanında buldum.
Bu romanın daha ilk sahifelerinde Çanakkale’nin nasıl geçilmez olduğunu anladım. Bazen duyguların doruğunda bazen gözlerimden akan gözyaşları ile okudum.
***
Kan ve barut arasında şehit olan 253 Bin aziz ve mübarek şehitlerimin o andaki haleti ruh iyelerini yüreğim kanayarak okudum. Yazılanlar bir yazıdan öte ruhuma saplanan bir hançerin ucu gibiydi. Ucundan acı damlıyordu, kan damlıyordu. Bu ortamda bile kahramanlık damlıyordu, asalet damlıyordu. Türk nasıl olur ve dört tarafı ateş çemberindeki bu ülke nasıl kurtarılır? Bunların cevabını buldum. Ve onların ne mübarek insanlar olduğunu bu günkü hürriyetimizi, arımızı, onurumuzu, namusumuzu onlara borçlu olduğumuzu bir kere daha anladım.
***
Haçlı ruhu delirmiş bir vaziyette bütün güçleri ile en son model silahları ile İngiliz’i, Fransız’ı, Rus’u ve daha niceleri el ele, bir ülkeyi haritadan silme o ülke insanlarını topyekûn imha etme amacıyla kudurmuş canavarlar gibi birleşmiş durumdalar.
Çanakkale tabyasında bir avuç Türk üstünde başında yok, yiyecek azığı yok, topu yok, mermisi yok. Ayağında potini yok.
Lâpsekiler, Erzurumlular Sivaslılar, Malatyalılar, Aydınlılar, Ordulular, Boyabatlılar, İstanbullular, Harputlular.
Musullular, Kerküklüler ve Manastır’lılar.
***
İşte bu mübarek şehitlerimizden bazı paragraflar:

Müderris Rasih Efendi oğlunu şehit vermiş. Bilahare gelinini, sonrasında eşini kaybetmiş bir tek torunu Hasan Şakir’le birlikte yapayalnız kalmış. Torun Hasan Şakir ülkesinin düştüğü bu vahim durum karşısında öğrenimini bırakıp askerlik şubesine koşmuş ve gönüllü olarak Çanakkale yollarına düşmüş.
Rasih Efendi o gün dersini vermek için sınıfına girer ayakta duracak hali yoktur. İskemlesine adeta yığılır kalır ve öğrencilerine şöyle der!..
“Hassasiyetimi bağışlayın evlatlarım dün torunumu şubeye teslim ettim. O zaten gönüllü yazılmıştı ona ‘gitme’ diyebilir miydim? Nasıl gitmezdi? Vatan en kara gününden çocuklarında vefa istiyor, fedakârlık istiyor. İşgal altındaki milletimizin durumunu bir düşününüz…
Gözyaşlarını tutamıyordu.
Sözlerine güçlükle devam etti.
—Haysiyetsiz yaşamaktansa, ölmek daha iyi değil mi?

Hasan Şakir’in en yakın arkadaşı Yusuf’un kitaplarını toplayıp sınıftan çıkması bir işaretti sanki. Nevzat, Sabri ve diğerleri onu takip ettiler. Konuşmasına devam eden Rasih efendi’nin heyecanı doruk noktasına varmıştı; soluğu daralıyor tir tir titriyordu.
— İçinde bulunduğumuz sıradan bir savaş değil. Çekileceğimiz yer kalmadı. Kaderimizin saati çalmıştır. Ya yok olacağız yahut ta şerefimizle yaşayacağız. Müttefikler en güçlü en modern silahlarıyla saldırıyorlar! Onlara ancak canımızla karşı koyacağız!...
Bir ara gözlerinin karardığını zannetti. Gözlerini ovuşturdu yanlış mı görüyordu? Sınıf bom boştu! Ne zaman boşalmıştı!...

Ve o sınıftakiler her Türk evladı gibi, eli silah tutanlarla birlikte Çanakkale’ye koştular. Dönmeyeceklerini bile bile koştular. Canlarını siper edip bu mübarek beldeyi geçilmez kıldılar.
Ve bir ulusun Hürriyetini istiklalini kurtardılar.
Ne yazık ki gidenlerin hiç birisi geri dönmediler. Teker teker 253 bin kınalı kuzularla birlikte şahadet şerbetini içtiler.
Kimileri suların serinliğinde, kimileri, bir ormanın kuytusunda, kimileri başsız, kimileri eli ayağı kopuk bir şekilde son nefeslerini Kelime-i Şahadet getirerek verdiler.
Nur gölünde ve hep gönlümüzde yaşasınlar.
***
İşte aziz okurlarım; gözyaşlarımla ben bu satırları okudum. Bazen gözlerimde biriken yaşlar sayfaların üzerine damla damla düştü. İçimde bir şeyler koptu. Gözlerimle birlikte kalbim, ruhum, insanlığım, Türklüğüm, Müslümanlığım da ağladı…

Bu mübarek günde lanet okunmaz ama ben bu ülkeye ihanet eden kim veya kimler varsa,
Bu ülkenin bir toplu iğnesini çalan çırpan kim varsa,

Bu mübarek şehitlerimin kanı ile renklenmiş bayrağıma kem gözle bakan kim ve kimler varsa cümlesine lanetler okudum.

Allah belanızı versin dedim.
Bu mübarek toprakların nimetleri gözlerinize dizlerinize dursun.

Utanın bu mübarek şehitlerden utanın, tarihinizden utanın, geçmişinizden utanın. Türklüğünüzden, Müslümanlığınızdan utanın…
Hiç utanmanız kalmadıysa, bundan da utanın.

***

Cumhuriyeti bize armağan eden Ulu önder Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere, bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla anarken, sizlerinde Cumhuriyet Bayramınızı, bu mübarek gününüzü kutluyorum. M.Ş. B.
***///***
Mehmet Şükrü Baş///30 EKİM 2006///ELAZIĞ NURHAK Gazetesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder