31 Mayıs 2010 Pazartesi

ON KASIM’IN ARDINDAN (ATATÜRK’ÜM OLMASAYDI)







MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ




















ON KASIM’IN ARDINDAN
(ATATÜRK’ÜM OLMASAYDI)

Birkaç sene öncesinde her 10 Kasım’da bütün eğlence yerleri kapalı tutulur, radyo ve televizyonlarda müzik eğlence programlarına yer verilmez, böylelikle bu günü bir matem günü kabul ederdik.
Her 10 Kasım’da her okulumuzda çocuklarımıza Atatürk’le ilgili şiirler okuturduk.
“Atam sen ölmedin kalbimizdesin” derdik.
***
10 Kasım’lardan sonra Atatürk’le ilgili şiir resim roman hikâye ne varsa rafa kaldırır onu okuma, onu tanıma zahmetine katlanmazdık.
Biz asla onu tanımadık hatta öylesine gaflet içine girdik ki onun resminin olduğu odada namaz kılmadık.
Onun anıtına çelenk koyarken utanmadan sıkılmadan sakız çiğnedik.
Onun huzurunda saygı duruşunun anlamsız olduğunu söyleyecek kadar ileri gittik.
Onun ilke ve inkılâplarına sahip olmadık.
Onun bize emanet ettiği ve bin bir zorlukla kurduğu cumhuriyeti gereği gibi sahiplenmedik.
Onu İngiliz tanıdı, Fransız tanıdı bütün dünya tanıdı ne yazık ki biz tanımadık.
On Kasım’larda ona saldıracak meczuplar hainler olmasın diye emniyet tedbirlerine artırdık.
On Kasım’larda onun huzuruna alnımız ak, başımız açık gitmekten kaçındık.
Ne Çanakkale’yi okuduk, Ne Dumlupınar’ı ne Sakarya’yı?
Nede Yunanların denize dökülüşünü!
Ne İzmir’in kurtuluşunu merak ettik ne Antep’in kurtuluşunu?
Ne Samsun’a çıkışını ne Erzurum kongresini?
Ne onun dedikleri anlayabildik nede ne de görüşlerini.
Merak etmedik, öğrenmedik ve bu gafletlerle bu günlere geldik.
Eğer ki Atatürk’ü gereği gibi tanısaydık onun izinden gitseydik ondaki dehayı sezinleyebilseydik.
Kim bilir şimdi nerelerdeydik.
***
Şairler olaylara başka gözlerle bakarlar. Çok sevdiğim yazar ve şair dostum Dursun Elmas “Atatürk Olmasaydı” şiiriyle Atatürk’ü öylesine güzel anlatmış ki bizler cilt cilt kitaplar yazsak böylesine onu anlatamayız. Hadi hep birlikte okuyalım bu muhteşem şiiri!

ATATÜRK’ÜM OLMASAYDI

Haçlı ruhu delirmişti
Koca çınar devrilmişti.
Bu yurt bile verilmişti,
Atatürk'üm olmasaydı.

Saldırmıştı koca düşman
Seyrindeydi bütün cihan.
Teslimdeydi Anavatan
Atatürk'üm olmasıydı.

Kahpe düşman gitmiyordu,
Zulüm bitmek bilmiyordu.
Ocağımız tütmüyordu
Atatürk'üm olmasaydı.

Silinmişti kimliğimiz,
Bozulmuştu birliğimiz.
Yok, olmuştu dirliğimiz
Atatürk'üm olmasaydı.

Bugünlere gelemezdik
Okul nedir bilemezdik.
Kitap yüzü göremezdik
Atatürk'üm olmasıydı.

Bayrak olmazdı gönderde
Çan çalardı minarede.
Baykuş öterdi camide
Atatürk'üm olmasaydı.

İşte dün bir 10 Kasım daha yaşadık. Bir ulu önderi, bir büyük kahramanı, bir büyük komutanı dünyaya gelmiş en büyük devlet ve siyaset adamını, Dünyanın hayran kaldığı bir kurtarıcıyı andık. Anmakla görevimiz bitti mi?
Bitmedi!
Bizlere düşen bu kahramanı daha iyi tanımak, onun ilke ve inkılâplarına sahip olabilmek ve onun izinden sapmadan yürümek,
Ve böyle bir lidere sahip olduğumuz için şükretmek.

***///***
Mehmet Şükrü Baş 11 Kasım 2006 Elazığ Nurhak Gazetesi

IŞIĞI YANAN EVLER































Lotoğlu Gazi dedem YAKUP AĞA'nın aziz hatırasına

***///***

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

IŞIĞI YANAN EVLER
(Prof. Dr Saffet Solak’ın bir anısı)

Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım
yere Konya’ya bağlı bir beldenin sağlık ocağına gitmiştim. Gençtim,
bekârdım. Küçük bir beldeydi gittiğim yer. İlk gece bir eve misafir
Olmuştum. Tren istasyonunun hemen yanında bir evdi.

Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum.
Bir müddet daha geçti yine bir hareket yoktu. Evin büyüğü olan Hacı anneye sıkılarak:

Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor? Dedim.

Hacı anne:

Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz dedi.

Merak ettim, tekrar sordum:

Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?

Hacı anne:

Hayır, evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte,
Yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulamazsa, sokakta kalır. Buraların
yabancısı biri geldiğinde, “Işığı yanan bir ev” bulsun diye bekliyoruz.

Konya Ovasında, ya da bir başka yerinde Türkiye’nin, trenden inen
yabancılar için Işığı yanan evler yerinde hâlâ duruyor mudur?

Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam
ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar
yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?

Bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler. Bizler, atlarına binip giden
güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin
Doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.

Şair öyle diyordu:

Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.

Şimdi bu güzel insanlar, neden ve nasıl atlarına binip gittiler? Onları
ne yıldırdı da bir daha dönmemek üzere, sessiz sedasız gittiler? Ey güzel
yurdumun güzel insanları! Neredesiniz?

(Prof. Dr. Saffet Solakın bir hatırası.)

VE BİZDEN BİR ANI

Yıl 1950 ler yer Gökçe (Lotoğlu) köyü. O dönemlerde yokluklar hâkim elektrik yok, yol yok, vasıta yok, tabiri caizse üstte yok başta yok. Ramazan günlerinde 9–10 haneden müteşekkil köyümüzde cami yok imam yok. Evimizin üst katında büyücek bir odamız var teravih namazını rahmetli babam kıldırıyor. Ben o tarihte 9–10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisiyim. Öğrenimimi Elazığ’da yapmakta ancak tatillerde veya Cumartesi Pazar günlerinde köye gitmekteydim.
Dedem Lotoğlu - Gökçe köyünden Yakup ağa nenemin pişirdiği yemekler sinilere konulduğunda beni sofradan kaldırır “Git oğul bak bakalım köyde yabancı var mı? Yolcu var mı” derdi. Ben zoraki de olsa köyün etrafına bakar kimseleri göremez eve gelir “Yok dede kimse yok derdim” bunun üzerine yemeklere kaşıklar sallanır karınlar doyurulmaya çalışılırdı.
Biz bu alışkanlıkla büyüdük ama ne yazık ki bu alışkanlığımızı idame ettiremedik. Buna da yanar kahrolurum.
İşte Sayın Saffet Solak’ın hatırasını okuduğumda bunlar aklıma geldi ve kendi kendime bir soru sordum.
Bu kültürümüze ne oldu? Misafirperverlik, yardımlaşma duygularımızı kimler gasbetti? Ve hangi ortam bizleri “Kendin pişir kendin ye” ortamına itti.
Ne yaptık ki Türkün bu güzellim özelliği kaybolup gitti.
Kısacası bize ne oldu? Biz ne düğü belli olmayan hangi kültüre hizmet etmekteyiz.
Bu kaybımızı ne zaman ve nasıl telafi edebileceğiz?
***///***
Mehmet Şükrü Baş 20 EKİM 2006 Elazığ Nurhak Gazetesi

VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR














MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Gazeteci Yazar
Elazığ Nurhak Gazetesi Yazarı

















VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR

Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O’nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral’ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk:
—Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! Diyerek, Kral’ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi. Enver Behnan

BÜYÜK ADAM ÖLÜNCE

Sene 1938, 10 Kasım...
İstanbul Üniversitesi’nde saat 9'u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş...
Bir alman profesör var, Hukuk Fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:
— Efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?
— Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.
İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:
— Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki... Der.
(Yücebaş, Hilmi, Atatürk'ün Nükteleri-Fıkraları, Hatıraları, İstanbul, Kültür Kitapevi, 1963, Sh. 39)
Demek ki O yüce Allah böylesine büyük bir lideri sadece Türk Milletine reva gördüğü için vermiştir. Devam edelim.
CUMHURİYET
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalık bir halk kitlesi iskelede etrafını çevirmiş bulunmakta idi. Bir kadının, elinde bir kâğıtla Atatürk’e yaklaştığı görüldü. İhtiyar, zayıf bir kadındı. Ata’nın yolunu keserek titrek bir sesle:
— Beni tanıdın mı oğul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komşunuzdum. Bir oğlum var; devlet demiryollarına girmek istiyor. Siz onu alsınlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oğlumu yine işe almamış Ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakışlı gözleri samimiyetle parladı... Elleriyle geniş jestler yaparak ve yüksek sesle:
— Oğlunu almadılar mı? Dedi. Ben tavsiye ettiğim halde mi almadılar? Ne kadar iyi olmuş... Çok iyi yapmışlar... İşte Cumhuriyet böyle anlaşılacak...
Kadın kalabalığın içinde kaybolmuştu. Ve Atatürk adeta coşku dolu bir sesle:
— İşte Cumhuriyet'ten beklediğimiz netice... Diyordu.
Hulusi Köymen; Atatürk’ü Anmak Kitabından, s. 260
***
Bu günde ulu önderden üç konuyu sizlere sunmaya çalıştım. Sevgili okurlarım bizlerin ne kadar şanslı bir ulus olduğumuz böyle bir lidere sahip olmamızdandır. En büyük hatamızda böyle bir liderin getirdiği ilke ve inkılâplarına sadık kalamamamız ve onun izinden ayrılma gafletine düşmemizdir.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 23 Aralık 2006 Elazığ Nurhak Gazetesi

CUMHURİYETİ ANLAMAK





MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ


















































CUMHURİYETİ ANLAMAK

Bugün Cumhuriyet Bayramı…
Bugün egemenliğin kayıtsız, şartsız milletin eline geçmesi,
Bugün bir milletin istiklâl ve hürriyetine erişmesi,
Bugün kula kulluk dönemine son verilmesidir.
Necip milletime kutlu olsun.
***
Cumhuriyet Nedir?
Cumhuriyet milletin egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekili aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir.
Ülkemizin yönetim şekli hamdolsun ki cumhuriyettir. Kurucusu ise Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’tür.
O büyük kurtarıcıyı rahmetle, şükranla, saygıyla anıyorum.
***
Öğretmen sınıfta cumhuriyetin özelliklerini anlatıyor. Arka sıralarda iki afacanın kendi âlemlerinde olduğunu görünce onlara yönelip “Söyle bakalım Mehmet, Cumhuriyet nedir?”.
Mehmet’in dersten de, konudan da haberi yok içinden geldiği gibi cevap veriyor. “Cumhuriyet adam olmaktır öğretmenim” diyor. Öğretmenin gözleri doluyor, Mehmet’ine sarılıyor, gözlerinden öpüyor. “Doğru evladım doğru, Cumhuriyeti anlamak adam olmaktır.”
***
Çünkü:
Cumhuriyet hürriyettir,
Cumhuriyet medeniyettir,
Cumhuriyet ahlaktır, fazilettir, kemaliyettir,
Cumhuriyet kişiliktir, haysiyettir,
Cumhuriyet akla gelen her nimettir.

***

Bu günlere öyle sanıldığı kadar kolay erişilmedi. Cumhuriyet denilen o güzellik kendiliğinden gelmedi. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na dünyanın belli başlı devletleri katıldı. Dört yıl süren savaş sonunda bizimle birlikte olan devletler yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Ülkemiz İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı.
İşte bu esaret yıllarında “Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir. Ülkeyi yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır” diyen Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da açlıkla savaştılar, yoklukla savaştılar, cehaletle savaştılar, İngiliz’le, Fransız’la, İtalyan’la, Yunan’la savaştılar. Yetmedi yedi düvelle savaştılar. Binlerce şühedanın al kanları ile sulanan bu mübarek toprakları düşman çizmesinden kurtardılar. Bu kurtuluş sonrası Lozan Barış Antlaşması ile yeni bir devlet kurdular.
İŞTE BU DEVLET GENÇ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ İDİ.
***
Türkiye Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaptı. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent oldu. Atatürk düşmanın ülkeden atılıp sınırlarımızın belirlenmesinden sonra, zihninde tasarladığı Cumhuriyetin ilânı üzerinde hazırlıklar yapmaya başladı. Yakın arkadaşlarına "Yarın Cumhuriyet'i ilân edeceğiz." dedi.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimiz ilân edildi. Karakterinde ‘hür yaşama, ulusunu hür yaşatma, yaşadığı zamana damgasını vurma’ özelliği bulunan Mustafa Kemal Atatürk genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı oldu.
***
Atatürk ülkenin bekası, milletinin istiklali için didindi durdu. Ömrü savaş meydanlarında geçti, en büyük savaşını cehaletle yaptı. İnkılapları ile ülkenin ufuklarını açtı. Hasta adam tabir edilen ülkemizin varlığını dünya devletlerine kabul ettirdi. Bugün onun bize armağan ettiği Cumhuriyetin güzelliklerini soluyoruz. Biz, siz, hepimiz!..
Dünya durdukça.payidar kalsın ülkemiz,
Yaşasın milletimiz,
Yaşasın Cumhuriyetimiz.
***///***
* 29 Ekim 2008 tarihli Elazığ Nurhak,
* Ocak-Şubat 2009 tarihli BİZİM ECE Dergisinde,
* Ekim 2009 tarihli AKTÜEL Dergilerinde ve,
yüzleri aşan sitelerde yayınlanmıştır.

KINALI KUZUM









































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Mehmet_sukru_bas@mynet.com





KINALI KUZUM









Yıl 1915, aylardan Ocak. Yer Çanakkale. Denizde sayısız İngiliz ve Fransız filosu, karşıda İtilaf Devletlerinin, bir ulusu tarihten silmek, can damarı olan boğazlarını ele geçirmek adına bir araya gelmiş yarım milyondan fazla askeri gücü. Akif'in dediği gibi hayâsız bir akın, hayâsız bir ordu.
Yozgat Sorgun kazasının Karayakup Köyünden cepheye gelen Murat adındaki genç nefer, bölükteki tıbbiye öğrencisi Şükrü Beye anasına hitaben bir mektup yazdırıyor."Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başına kına yakma. Zabit Efendi bana sordu, cevap veremedim. Kardeşlerim de cevap veremeyip mahcup olmasınlar." Der ve bir de şiir ekler mektubuna…..

A N A

Çanakkale geçilir mi sandı küffar,
Bölük bölük buraya geldiler ana.
Son nefer de vurulup düşse toprağa,
Yine de geçilmez ki, bu belde ana.

Yalnız kınanın manasını bilemem,
Senden armağan, istesem de silemem.
İnandım ki ben, sağ olarak dönemem,
Şehitlik rütbesine hazırım ana.

Yaktığın bu kına durdukça başta,
Mustafa Kemal'ler de oldukça başta.
Düşman bin bölük olsa karşıki safta,
Üzülme geçilmez bu belde ana.

Kardeşimin başına yakma kınayı,
Belki bilemezler kınadaki manayı.
Karşımda küffar düşünemem sılayı,
Hakkın helal edesin, hakkını ana.

Bu mektup Murat'ın anasına gider. Ana bir okuryazar bulup oğluna şu cevabı yazar."Ey oğul, gözüm nuru Murat'ım! Zabit Efendiye selam söyle. Biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail'sin (A.S.), sen orada şehit olacaksın inşallah. Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa ben de onun için senin saçlarını kınalayıp gönderdim." der ve o da mektubuna bir şiir ekler.


KINALI KUZUM

Ey oğul, ey Murat'ım, kınalı kuzum,
Şehit olmandır gönlümdeki son arzum.
Çanakkale "son kale" siper et seni,
İffetime yâd eli değemesin kuzum.

Varsın beklesin yavuklun da yolunu,
Bu yollarda şan, şeref beklenir kuzum.
Her cefaya her zaman hazır, nazırım,
İffetime yâd eli değmesin kuzum.

Kardeşinin başına yaktım kınayı,
İsmail gibi Hakk'ın emrinde kuzum,
Bu emirde Felah var, şan var, şeref var,
Onlar da şehitliğe, hazırdır kuzum.

Biz kurbanlık koçlara, kına yakardık,
İsmail'in aşkına, Hakk'a adardık.
Bu yüzdendir başına kınayı yaktık,
Bu vatana, bu yurda, kurban ol kuzum.

Bu mektup Murat'a gittiğinde, Murat'ın kınalı başı çoktan Allah'ına kurban gitmişti. O mübarek ananın duası kabul olunmuş, kınalı kuzusu Murat şehit olmuştu.
Bu mektupta dikkat çeken nedir gördünüz mü? Bir ananın oğlunu şehit olmak amacıyla askere göndermesi, onun şehitlik mertebesine erişmesini temenni etmesi ne mübarek bir temenni yarabbi, ne mübarek bir istek. Böyle anaların elleri öpülmez mi?
Bu Çanakkale Savaşı ki; 253.000 vatan evladının, kınalı kuzuların canları pahasına kazanılmıştı.
Çanakkale'yi geçilmez kılan bu mübarek analara ve bu mübarek şehitlerin cümlesine Allah'tan sonsuz rahmetler diliyorum.
Bu yazımı ve bu şiirlerimi bu vatanın nasıl ve ne şartlarla kurtarıldığının hala bilincine varamayan gaflet ve ihanet içinde olan bedbahtlara ithaf ediyorum.
***
Anne ve oğlunun şiirlerini yazan: Mehmet Şükrü Baş
***///***

Mehmet Şükrü Baş 25 Şubat 2006 Elazığ Nurhak Gazetesi



--------------------------------------------------------------------------------

KINALI KUZULARIN KINASI

















































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

KINALI KUZULARIN KINASI


İnsanın doğup büyüdüğü, üzerinde yaşadığı, havasını teneffüs ettiği, binlerce şehidimin kanıyla renklenmiş al bayrağının altında serinlenmesi ve bu yere vatan demesi kadar mübarek bir duygu var mıdır acaba? İşte bu duyguları taşıyanlar Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bizlere böyle mübarek bir vatan bırakmak için şahadet mertebesine erenler değil miydi?
Bütün şühedaya rahmetler olsun, mekânları cennet olsun.
İnsanoğlu, insansa duygusaldır. İnsanoğlu insansa vatanını, bayrağını, ulusunu sevendir. İnsanoğlu, insansa şehitlerine, kınalı kuzularına ağlamasını bilendir. Bu duygulardan uzaksa o insan değil sadece bir yaratıktır.
Bizler çocukluk ve gençlik yıllarımızda sadece kitapları tanıyorduk. Kitap okuyarak, ülkemizi ve bu dünyayı tanımaya çalışıyorduk. O zamanlarda şimdiki gibi geniş bir teknoloji ağı yoktu. Radyo televizyon yoktu, bilgisayar internet yoktu, ansiklopedi yoktu. Dahası okuyabilecek kitabımız yoktu. Her evde olmamasına karşın birkaç evde akülü radyolar vardı. Bu radyolarda skeçler dinlerdik, mikrofona uyarlanan tiyatro oyunlarını, parodileri dinlerdik. Paramız olunca sinemaya gider, tarihi filmleri izler, avuçlarımız sızlayana kadar alkışlardık. Meçhul kahramanları, şimal yıldızlarını, ya istiklal ya ölümdeki Fatoları, Şahin Beyleri…
Bu duygularla, bu sevda ile büyüdük. Vatanımızı canımızdan aziz, al bayrağımızı ya gelinliğimiz ya da kefenliğimiz kabul ettik.

***
TRT de yayımlanan “Kınalı Kuzular” dizisini izliyoruz. Ağlıyorum. Gözyaşlarımı görmesinler diye başımı çevirdiğimde oğlumu da, kızımı da ağlar görüyorum.
İşte o an gururlanıyorum.
Türklüğümle, insan oluşumla beş yaşındaki torunumun bayrağı ve Atatürk posterini gördüğü her yerde selam verişinden gururlanıyorum.
Vatan ne kadar sevilir, vatan için neler yapılır anlıyorum.
Tıpkı Kınalı Kuzuların yaptıkları gibi…

***
Bu dizinin bir bölümünde İstanbul’da yaşayan Türk asıllı Ermeni Doktor Dimitri ülkenin kurtuluşu için gönüllü olarak Çanakkale’ye gidiyor. Gittiği ilk gün kafile kafile revire getirilen yaralıları kurtarmak için, bir binbaşı ve bir yüzbaşı tabiple birlikte insan kurtarma mücadelesine giriyorlar. Bu sırada revire bir hasta geliyor. Doktor binbaşı, hastanın yanına gidiyor. Hasta, binbaşıya “Ya beni kurtar ya da öldür.” diyor. Doktor binbaşı erin kurtulamayacağını anlayınca sıhhiye erine ”Onu rahat edecek bir yere yatırın.” emrini verip ondan daha ağır yaralı başka bir erin yanına gidiyor. Az sonra ölen gencin başında ağladığını gören Doktor, Dimitri Binbaşıya tepki gösteriyor ve yanındaki yüzbaşıya “Hastayı ameliyata almadı, şimdi de başında oturmuş ağlıyor. Acaba o hasta kendi oğlu olsaydı böyle yapar mıydı?” sorusunu yöneltirken yüzbaşıdan kanını donduracak bir cevap alıyor:
“ Ölen yaralı genç zaten onun oğluydu.” diyor.
Doktor Dimitri bu fedakârlık karşısında daha da duygulanıyor. Neşter tutan Elleri ile gözyaşlarını silmeye çalışıyor.
Binbaşının üniversiteli oğlu, tepeden tırnağa al kanlarla kınalanmıştı babasının kucağında. Bildiğiniz gibi kına ya ellere ya da başa yakılır; ama Çanakkale’de yaşları l7–18 olan çoğunluğu lise ve üniversite öğrencisi olan Kınalı Kuzuların bütün bedenleri al kanlarla kınalanmış,
Al kanları onlara kına,
Vatana kurtuluş olmuştu.
Bu yüzden onlar gerçek kınalı kuzulardı.
O kına ki yerde kalmamış, rengi solmamış, bütün diriliği ile al bayrağımıza rengini vermiş, bayraklaşmıştı. Bu bayrak da, 253 bin vatan evladının canı pahasına bu ülkenin en ücra köşesine kadar göndere asılmıştı.
İşte bu ülke, bu kınalı kuzuların varlığı ile baba ile oğlunun aynı cephede, omuz omuza yedi düveli karşı savaşmasıyla kurtarılmıştı.
İşte bu Çanakkale bu kınalı kuzuların şahadetiyle geçilmez kılınmıştı.
Onlara minnettarız, onları unutmadık. Onları rahmetle, şükranla anıyoruz.
Ruhları şad olsun.

***
Günümüzde aynı duygular yaşandığı sürece, bu dizinin etkisinde kalan bir baba ve çocuklarının o günleri yaşarcasına ağlamasıyla bu ülke hep var olacaktır. Hiçbir güç, hiçbir ihanet bu duyguları silmeye yetmeyecektir.
Bu tür dizilerin çoğaltılması, kitapların yazılması, filmlerin yapılması çok yararlı olacak. Ülke sevdasını, bayrak sevdasını yeni nesillere şırınga edecektir.
Böyle olunca da, bu duygular silinmeyecek, bu mübarek şehitlerimiz karanfillerle süslü, menekşe kokulu cennet bahçelerinde huzur içinde uyuyacaklardır.
Rahmet olsun onlara, ruhları şad olsun…

***///***
Mehmet Şükrü Baş 12 Şubat 2007 Elazığ Nurhak Gazetesi

ÇANAKKALE MAHŞERİ
































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

ÇANAKKALE MAHŞERİ




























Biz yaştaki insanlar sanıyorum daha da duygusal oluyorlar. Gördüklerinde duyduklarında daha fazla etkileniyorlar. Hele insanın içinde sönmeyen bir sevgi, coşkulu bir sevdaya dokunulduğunda yaşına başına bakmadan iki gözü iki çeşme olanlarımız da oluyor.
***
Ramazan Bayramı tatilinde bayram ziyaretlerini bitirdik sıra misafir beklemeye geldi. Evde oturmayı pek sevmeyen bir yapıda olduğum için kendime bir meşgale aradım ve aradığım meşgaleyi Mehmet Niyazi’nin o muhteşem “Çanakkale Mahşeri” romanında buldum.
Bu romanın daha ilk sahifelerinde Çanakkale’nin nasıl geçilmez olduğunu anladım. Bazen duyguların doruğunda bazen gözlerimden akan gözyaşları ile okudum.
***
Kan ve barut arasında şehit olan 253 Bin aziz ve mübarek şehitlerimin o andaki haleti ruh iyelerini yüreğim kanayarak okudum. Yazılanlar bir yazıdan öte ruhuma saplanan bir hançerin ucu gibiydi. Ucundan acı damlıyordu, kan damlıyordu. Bu ortamda bile kahramanlık damlıyordu, asalet damlıyordu. Türk nasıl olur ve dört tarafı ateş çemberindeki bu ülke nasıl kurtarılır? Bunların cevabını buldum. Ve onların ne mübarek insanlar olduğunu bu günkü hürriyetimizi, arımızı, onurumuzu, namusumuzu onlara borçlu olduğumuzu bir kere daha anladım.
***
Haçlı ruhu delirmiş bir vaziyette bütün güçleri ile en son model silahları ile İngiliz’i, Fransız’ı, Rus’u ve daha niceleri el ele, bir ülkeyi haritadan silme o ülke insanlarını topyekûn imha etme amacıyla kudurmuş canavarlar gibi birleşmiş durumdalar.
Çanakkale tabyasında bir avuç Türk üstünde başında yok, yiyecek azığı yok, topu yok, mermisi yok. Ayağında potini yok.
Lâpsekiler, Erzurumlular Sivaslılar, Malatyalılar, Aydınlılar, Ordulular, Boyabatlılar, İstanbullular, Harputlular.
Musullular, Kerküklüler ve Manastır’lılar.
***
İşte bu mübarek şehitlerimizden bazı paragraflar:

Müderris Rasih Efendi oğlunu şehit vermiş. Bilahare gelinini, sonrasında eşini kaybetmiş bir tek torunu Hasan Şakir’le birlikte yapayalnız kalmış. Torun Hasan Şakir ülkesinin düştüğü bu vahim durum karşısında öğrenimini bırakıp askerlik şubesine koşmuş ve gönüllü olarak Çanakkale yollarına düşmüş.
Rasih Efendi o gün dersini vermek için sınıfına girer ayakta duracak hali yoktur. İskemlesine adeta yığılır kalır ve öğrencilerine şöyle der!..
“Hassasiyetimi bağışlayın evlatlarım dün torunumu şubeye teslim ettim. O zaten gönüllü yazılmıştı ona ‘gitme’ diyebilir miydim? Nasıl gitmezdi? Vatan en kara gününden çocuklarında vefa istiyor, fedakârlık istiyor. İşgal altındaki milletimizin durumunu bir düşününüz…
Gözyaşlarını tutamıyordu.
Sözlerine güçlükle devam etti.
—Haysiyetsiz yaşamaktansa, ölmek daha iyi değil mi?

Hasan Şakir’in en yakın arkadaşı Yusuf’un kitaplarını toplayıp sınıftan çıkması bir işaretti sanki. Nevzat, Sabri ve diğerleri onu takip ettiler. Konuşmasına devam eden Rasih efendi’nin heyecanı doruk noktasına varmıştı; soluğu daralıyor tir tir titriyordu.
— İçinde bulunduğumuz sıradan bir savaş değil. Çekileceğimiz yer kalmadı. Kaderimizin saati çalmıştır. Ya yok olacağız yahut ta şerefimizle yaşayacağız. Müttefikler en güçlü en modern silahlarıyla saldırıyorlar! Onlara ancak canımızla karşı koyacağız!...
Bir ara gözlerinin karardığını zannetti. Gözlerini ovuşturdu yanlış mı görüyordu? Sınıf bom boştu! Ne zaman boşalmıştı!...

Ve o sınıftakiler her Türk evladı gibi, eli silah tutanlarla birlikte Çanakkale’ye koştular. Dönmeyeceklerini bile bile koştular. Canlarını siper edip bu mübarek beldeyi geçilmez kıldılar.
Ve bir ulusun Hürriyetini istiklalini kurtardılar.
Ne yazık ki gidenlerin hiç birisi geri dönmediler. Teker teker 253 bin kınalı kuzularla birlikte şahadet şerbetini içtiler.
Kimileri suların serinliğinde, kimileri, bir ormanın kuytusunda, kimileri başsız, kimileri eli ayağı kopuk bir şekilde son nefeslerini Kelime-i Şahadet getirerek verdiler.
Nur gölünde ve hep gönlümüzde yaşasınlar.
***
İşte aziz okurlarım; gözyaşlarımla ben bu satırları okudum. Bazen gözlerimde biriken yaşlar sayfaların üzerine damla damla düştü. İçimde bir şeyler koptu. Gözlerimle birlikte kalbim, ruhum, insanlığım, Türklüğüm, Müslümanlığım da ağladı…

Bu mübarek günde lanet okunmaz ama ben bu ülkeye ihanet eden kim veya kimler varsa,
Bu ülkenin bir toplu iğnesini çalan çırpan kim varsa,

Bu mübarek şehitlerimin kanı ile renklenmiş bayrağıma kem gözle bakan kim ve kimler varsa cümlesine lanetler okudum.

Allah belanızı versin dedim.
Bu mübarek toprakların nimetleri gözlerinize dizlerinize dursun.

Utanın bu mübarek şehitlerden utanın, tarihinizden utanın, geçmişinizden utanın. Türklüğünüzden, Müslümanlığınızdan utanın…
Hiç utanmanız kalmadıysa, bundan da utanın.

***

Cumhuriyeti bize armağan eden Ulu önder Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere, bütün şehitlerimizi rahmet ve şükranla anarken, sizlerinde Cumhuriyet Bayramınızı, bu mübarek gününüzü kutluyorum. M.Ş. B.
***///***
Mehmet Şükrü Baş///30 EKİM 2006///ELAZIĞ NURHAK Gazetesi.

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ


















MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Gazeteci Yazar
Elazığ Nurhak Gazetesi Yazarı


















































ÇANAKKALE GEÇİLMEZ

Bugün 18 Mart Çanakkale Şehitlerini anma günü,
Bugün göğsünde vatan ve millet sevdası fışkıran bir avuç inananın “Kazanılamaz” denilen ancak bedelini kanlarıyla ödeyerek kazandıkları mübarek bir zaferin 95. yıldönümünü,
Necip milletime kutlu olsun.
Bugün tarihe bir göz attık. Yedi düvelin Çanakkale önünde Türk’ü haritadan silip yok edebilmek için bir araya geldiklerine şahit olduk. Yine o yedi düvelin bu mübarek toprakları almak için geldiklerini ve geldikleri gibi de gittiklerini gördük.
İsterseniz o günlere yeniden dönelim.
***
Yıl 1915, aylardan Ocak. Yer Çanakkale. Denizde sayısız İngiliz ve Fransız filosu, İtilaf Devletlerinin, bir ulusu tarihten silmek, can damarı olan boğazlarını ele geçirmek adına bir araya gelmiş yarım milyondan fazla askeri gücü. Akif'in deyimi ile “Hayâsız bir akın, hayâsız bir ordu.”
Ve hayâsız bir savaş. O dönemin en modern silahı ile donatılmış savaş gemileri. Ve bu gemiler içerisinde her milletten, her devletten bir araya gelmiş haçlı askerleri. Söz konusu bu gemiler o dönemin en büyük savaş gemileri, en son silah ve mühimmatla donatılmış. Güvertesinde İki taraflı mübarek toprağımıza çevrili ateş kusan, kan kusan, uzun namlulu ölüm kusan topları.
***
Karşı cephede sabah üzüm hoşafı öğlen yok akşam yine şekersiz üzüm hoşafı ve elinde çakaralmaz tüfeği ile üste yok, başta yok. Yokluklar içerisinde on beş - on yedi yaşlarında lise öğrencileri kınalı kuzulardan müteşekkil bir nesil. Akif’in dediği gibi; “Sanki Asım’ın nesli….”

Asım'in nesli... Diyordum ya... Nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,

İşte o Asım’ın nesli böylesine devasa bir gücün karşısında boyun eğmedi. Çünkü hiçbir güç ona bu güne kadar boyun eğdirememişti. Bu ruhla “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedi ve Çanakkale geçilmedi. Baba ocağından, Ana kucağından, yar kucağından cepheye koşan çoğunluğu lise öğrencisi 253 bin kınalı kuzudan hiç birisi geri dönmedi. Hepsi şahadet şerbetini içti ama vatanına göz koyan düşmanına Çanakkale’yi geçirtmedi.
Çünkü onlara Ulu Önder Atatürk “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” demişti. Atatürk gibi dünyada eşi ve benzeri olmayan bir komutan bu emri verirde o ana kuzuları, o kınalı kuzular bu emri yerine getirmez miydi?
İşte onlar bu emri tereddütsüz yerine getirdiler.
Bu emri yerine getirmekle gelecek nesillerin ar ve namusunu kurtardılar, onlara kanları ile yoğrulmuş bir toprak, al kanları ile renklendirilmiş mübarek bir bayrak bıraktılar.
Ve bedelini kanlarıyla ödediler.
Bizlere sahiplenmemiz gereken bir Çanakkale ruhu bıraktılar.
***
Ne yazık ki!..
O günün devasa savaş gemileri ve en modern silahları ile bire on insan gücü üstünlüğü ile Çanakkale’yi geçemeyenler bu gün kirli paraları ile mukaddes topraklarımızı elde ettiler.
İşte sözlerimizi doğrulayan gerçeklerin bazıları!...
***
Güvenlik sistemimizin beyni olan Türk Telekom’u Araplar,
Telsimi İngilizler,
Adabank ile Türkiye Finans’ı Kuveytliler
Petkim’i Ermeniler,
Başak Sigorta, İzocam, Döktaş ve TEB’i Fransızlar
Denizbank’ı Belçikalılar,
Finansbank ile Alternatif Bank’ı Yunanlılar.
Oyakbank’la Dış Bank’ı Hollandalılar,
Şekerbank’ı Kazaklar,
Kuşadası Limanını ile Citibank’ı İsrailler,
İzmir Limanını Hong Konglular,
İETT Garajını Dubaililer. Satın aldılar.
(Liste uzayıp gidiyor)
***
O gün 18 Mart 1915’ti o günlerde can veriyorduk ama vatanın bir çakıl taşını vermiyorduk.
Ya bugün?
Bu gün dost düşman demeden ucuz paha demeden yüz binlerce şehidimizin canları, kanları pahasına verilmemiş topraklarımızı parsel parsel satıyoruz.
Yetmiyor!...
Cumhuriyetimizin kuruluşu ile birlikte insanlarımızın alın teri ile kurdukları altın yumurtlayan tesislerimizi de bir koli yumurta fiyatına onlara ikram ediyoruz.
Söyleyecek söz, yazacak kelime bulamıyorum.
Sadece ağlamak istiyorum...
Ve o mübarek Çanakkale ruhunu arıyorum.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 18 Mart 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

ÇANAKKALE’Yİ GEÇEMEYENLER


















MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Gazeteci Yazar
Elazığ Nurhak Gazetesi Yazarı





































ÇANAKKALE’Yİ GEÇEMEYENLER


Geçen hafta 18 Mart Şehitler günü ve Çanakkale zaferinin 94. yıldönümünü kutladık. Tarihe bir göz attık. Yedi düvelin Çanakkale önünde Türk’ü haritadan silip yok edebilmek için bir araya geldiklerine şahit olduk.
İsterseniz o günlere yeniden dönelim.
Yıl 1915, aylardan Ocak. Yer Çanakkale. Denizde sayısız İngiliz ve Fransız filosu, karşıda İtilaf Devletlerinin, bir ulusu tarihten silmek, can damarı olan boğazlarını ele geçirmek adına bir araya gelmiş yarım milyondan fazla askeri gücü. Akif'in dediği gibi hayâsız bir akın, hayâsız bir ordu. Ve hayasız bir savaş. O dönemin en modern silahı ile donatılmış savaş gemileri. Ve bu gemiler içerisinde her milletten, her devletten bir araya gelmiş haçlı askerleri. Söz konusu bu gemiler o dönemin en büyük savaş gemileri en son silah ve mühimmatla donatılmış. Güvertesinde İki taraflı mübarek toprağımıza çevrili ateş kusan, kan kusan, ölüm kusan topları.
***
Karşı cephede sabah üzüm hoşafı öğlen yok akşam yine şekersiz üzüm hoşafı ve elinde çakaralmaz tüfeği ile üste yok, başta yok. Yokluklar içerisinde on beş - on yedi yaşlarında lise öğrencileri kınalı kuzulardan meydana gelmiş bir nesil. Akif’in dediği gibi; “Sanki Asım’ın nesli….”

Asım'in nesli... diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şüheda gövdesi, bir baksana dağlar, taşlar...
O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar,


Asım’ın nesli “Çanakkale Geçilmez” dedi ve Çanakkale geçilmedi. Baba ocağından, Ana kucağından, yar kucağından cepheye koşan 253 bin kınalı kuzudan hiç birisi geri dönmedi. Hepsi Şahadet şerbetini içti böylelikle Çanakkale geçilmedi.
***
O günün devasa savaş gemileri ve en modern silahları ile bire on insan gücü üstünlüğü ile Çanakkale’yi geçemeyenler bu gün kirli paraları ile mukaddes topraklarımızı elde ettiler.
Bakabilirseniz bu tabloya bakınız!...
***
Güvenlik sistemimizin beyni olan Türk Telekom’u Araplar,
Telsimi İngilizler,
Adabank ile Türkiye Finans’ı Kuveytliler
Petkim’i Ermeniler,
Başak Sigorta, İzocam, Döktaş ve TEB’i Fransızlar
Avea ile MNG Bank’ı Lübnanlılar.
Denizbank’ı Belçikalılar,
Demir Döküm ile Araç muayene işini Almanlar,
Finansbank ile Alternatif Bank’ı Yunanlılar.
Oyakbank’ı Hollandalılar,
Garanti'nin yarısını, Beymen'in yarısını, ve TGRT’yi (Fox) Amerikalılar,
Eczacıbaşı İlaç’ı Çek’ler,
Yapı Kredi'nin yarısını İtalyanlar.
Dışbank’ı Hollandalılar,
Süper FM’i Kanadalılar,
Şekerbank’ı Kazaklar,
Türkcell’in yarısını Finli'lerle Ruslar,
Enerjisa'nın yarısını Avusturyalılar,
Kuşadası Limanını ile Cbank’ı İsrailler,
İzmir Limanını Hong Konglular,
İETT Garajını Dubaililer.
***
Bütün satıp savmaları görüp de efkârlanmamak mümkün mü? Bunu da hesap eden ABD’liler efkarlanıp ta içtiğimiz iki duble rakımızı da SATIN ALDILAR…..
O gün 18 Mart 1915’ti o günlerde can veriyorduk ama vatanın bir çakıl taşını vermiyorduk.
Ya bugün?
Bu günse dost düşman demeden ucuz paha demeden yüz binlerce şehidimizin canları, kanları pahasına verilmemiş topraklarımızı ve o topraklar üzerindeki tesislerimizi o gün Çanakkale’yi geçemeyenlere atın tepsi içeresin de adeta ikram ediyoruz.
Söyleyecek söz yazacak kelime bulamıyorum…..
***
Kaynak: çeşitli siteler, konu ile ilgili haberler, makaleler ve e-postalar.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 23 Mart 2009 Elazığ Nurhak Gazetesi

30 Mayıs 2010 Pazar

AĞLAMA ÇOCUK
























MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ


AĞLAMA ÇOCUK!

























On Kasımlar, bu ülkenin her yerinde olduğu gibi yüreğimizde de matem günüdür. O gün bizim yaslı günümüz, o gün bizim gamlı günümüzdür. Çünkü o gün dünya devletlerinin “hasta adam” olarak kabul ettiği bir devletin yeniden canlanması, canlanmadan öte şaha kalkması ve bir dünyaya tarih dersi, kahramanlık dersi, insanlık dersi veren bir büyük liderin milletini öksüz bıraktığı gündür.
O gün bizim matem günümüz, yas günümüzdür.
***
İşte böyle bir 10 Kasımda güzel yurdumuzun ücra bir köşesinde bir ilköğretimde öğretmen ve öğrencilerin hazırladığı bir piyes köylülerinde davetli olduğu sınıfta hiç olmayan imkânlarla sahneye koyuluyordu.
Sınıfın bir köşesine konulan bir divanda Atatürk rolündeki, Atatürk’ün öğretmeni boylu boyuna yatıyordu. Etrafında yaverleri, doktoru, siyaset arkadaşları rolüne bürünen öğretmen ve öğrencileri yer almışlardı.
Tarih 10 Kasım, saat 08.30’u gösterirken perde açılıyordu.
***
Atatürk’ün milletine olan sevgisi ile dolu bedeni boylu boyuna divanda uzanıyordu. Yanı başında bulunan doktoru ha bire tedavisi için gereken tavsiyelerde bulunuyor ise de Atatürk yanındaki Fevzi ve İsmet Paşalarla ülkenin dâhili ve harici meselelerini konuşuyordu. Hastalığı bütün vücudunu kavuruyor, o bu konuda ne doktorundan ne yanı başında bululanlardan bir istekte bulunmuyordu. Bir ara gözleri yanı başındaki öğretmene kaydı, eliyle kendisine yaklaşmasını istedi. Öğretmen, Atatürk’e yaklaştı. Öğretmene “Bak öğretmenim!” dedi kısık bir sesle. “Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti sizin eserlerinizle ilelebet payidar kalacaktır. Onun için bu gençleri eğitiniz. Onlara Cumhuriyetin temel niteliklerini ve de nimetlerini izah ediniz. Onları hurafeden, onları cehaletten, onları karanlık düşüncelerden, onları gaflet ve delaletlerden koruyunuz. Onların ruhunda sönmeyen bir ışık yakınız. Bu ışık etrafınızı öylesine aydınlatsın ki bu ülke asla ve asla bir daha karanlıklarda kalmasın.” dedi.
***
Duvardaki saat sanki garip bir durum varmışçasına çalışmak istemiyordu. Buna rağmen zamanı durdurmak elbette ki mümkün değildi. Yelkovan ve akrep tam dokuzun üzerinde adeta titriyordu.
Atatürk güçlükle nefes alıyordu. Bir kez daha etrafına bakındı. Etrafındakilere
Ben bir ömür boyu milletimi aldatmamakla iftihar ediyorum.” diyebildi. Hakikaten o milletini bırakın aldatmayı başına taç yapmıştı. Köylüyü milletin efendisi saymıştı.
Bu sırada bir öğrencinin hıçkırıklarını duydu. Öğrencinin elinden tutup son bir güçle kendine çekti ve ona “Ağlama çocuk.” dedi.
“Ben sizi ağlatmak için düşmandan kurtarmadım. Ben, bu ülkeyi sizler ağlamayasınız, hür düşünesiniz, hür yaşayasınız diye kurtardım. Ben bu topraklara düşman çizmesi basmasın diye düşmanı denize döktüm. Bu yüzden ağlama çocuk, ağlama. Sen ağlama ki gelecek nesillerde ağlamasın” dedi.
Artık nefes alamıyordu. Bütün gücünü, kuvvetini, enerjisini bu ülkenin kurtuluşuna harcamıştı. Yedi düvelle savaşmış, karlar üzerinde yatmıştı, yaralanmıştı, hastalanmıştı.
Yeniden yaverine döndü,
Saat kaç çocuk.” dedi.
Yaveri duvardaki saate baktı. Tam dokuzu beş geçiyordu ve saat durmuştu.
“Dokuzu beş geçiyor paşam.” dediyse de Atatürk bu sözleri duymadı. Sağ elinin işaret parmağı Akdeniz’i gösteriyordu. Mavi gözleri masmavi Akdeniz’e bakar gibiydi.
Sınıfta bir hıçkırık tufanı koptu. Öğretmeni, öğrencisi, köylüsü hıçkırıklara boğulmuş ağlıyorlardı.
Atanın ölümü köyde bir matem oluşturmuştu. Okul bahçesindeki bayrak yarıya indirilmişti. Atatürk “Size ölmeyi emrediyorum!” dediği 253 bin Çanakkale şehitleri, kınalı kuzular tarafından coşkuyla karşılanırken geride bıraktığı ulusu hıçkırıklara boğulmuştu.
Bir millet ağlıyordu!

***///***
Mehmet Şükrü Baş 10 Kasım 2008–10 Kasım 2009 Elazığ Nurhak Gazetesi

ATATÜRK VE ÇEK



MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas_mynet.com



ATATÜRK - ÇEK VE GÜNÜMÜZDEKİ GERÇEK




Atatürk bir gün yakın çalışma arkadaşlarıyla Beyoğlu'nda yeni açılan Turkuvaz isimli bir lokantaya gitti. Lokantanın sahibesi, Atatürk'ü karşısında görünce hemen özel bir masa hazırlamaya girişti. Ama Atatürk onu engelledi, bulduğu boş bir masaya ilişti. Modern görünümlü insanlar keyif içinde yemek yiyor, mekânın şıklığı dikkat çekiyordu.
Burada gördükleri çok etkilemişti Atatürk'ü... Böyle bir lokantanın
Yaşaması gerektiğini düşünerek kadına, 'Sizin için ne yapabilirim?' diye sordu.
Kadın da böyle bir lokali geliştirmek için çok para gerektiğini ama hiç parası kalmadığını anlattı.
Bunun üzerine, yaverinden çek karnesini istedi Mustafa Kemal ve o günler için hatırı sayılır miktarda bir para yazdı. Çeki kadına uzatacaktı ki tam bu sırada uzanan bir el, onun elini tuttu. Bu elin sahibi, genç bir doktor olan Reşid Galip'ti. Reşid Galib Atatürk'ün kulağına fısıldadı:
— Bu parayı vermemelisiniz efendim!
Şaşkınlıkla 'Neden?' diye sordu Atatürk...
— Çünkü bu para amaca uygun harcanmış olmaz!
'Allah, Allah...' diye söylendi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve genç adama çıkıştı:
— Benim param değil mi, nereye istersem oraya harcarım!
Genç doktor kibarca direndi:
— Hayır efendim, sizin paranız değil. Milletin parası... Size, sadece emanet o para!
Atatürk genç doktorun gözlerinin içine bakarak önce çeki yırttı, sonra da oturduğu yerden kalkarak mekândan ayrıldı, Ankara'ya döndü.
Birkaç gün sonra İstanbul'da kalan Reşid Galib'e bir telefon geldi.
Karşıdaki ses, 'Maarif Vekilliği'ne atandığını' (Milli Eğitim Bakanı)
müjdeliyordu.
***
Bu anı 1947'nin Kasım ayında Millet Dergisi'nde yayınlanmış.
Daha önce hiç duymadığımız bu öykü, Atatürk'ün ne kadar önemli bir devlet
adamı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Genç doktorun kendisine verdiği
dersi unutamamış, kızmak bir yana; onu Türk gençliğinin eğitiminden sorumlu
bir makama atamış.
Büyük önderi, saygı, sevgi ve rahmetle anıyoruz...
Ama o gün onun elini tutan genç doktoru da aynı sevgi ve saygıyla anmak istiyoruz. Keşke bugün de 'devlet Adamları'nın yanında birer Reşid Galib olsa... Ve onlar da trilyonlarca parayı; gözlerini kırpmadan restorasyona, arabalara, şatafata harcayabilen bu insanların ellerini tutup, engel olabilse...
Oysa ne bugünkü devlet adamları Atatürk kadar olgun, ne de bugünün
Aydınları Reşid Galib kadar cesur... (*)
***
Bu günkü devlet adamlarının Atatürk kadar olgun olmadıkları ve olamayacakları da kesindir.
Bu ülkenin aydınlarına gelince bu ülkede iki türlü aydın kaldı. Biri aydınlıklara düşman beyninde örümcekler yuva yapmış kendi çıkar ve ikbali için her türlü yalanı talanı meşru sayanlar, koltuklara, ikballere tapanlar. Diğeri de gerçekleri konuştukları için, doğruları yazdıkları için, Mustafa Kemal’in yolunda oldukları için ceza evlerinde gün sayanlar.
***
Şimdi bizlerde yurdun dört bir yanında zengine fakire seçim rüşveti olarak devlet malının talanını gördüğümüzde bu talanı yapan valinin veya kaymakamın veya belediye başkanının elini tutsak…..
Hele durun arkadaş. Dağıttığınız bu mal beytülmaldir. Bu malda tüyü bitmemiş yetimin öksüzün hakkı vardır. Siz bu malı kendi çıkarınız için, siz bu malı iktidara gelmeniz veya iktidarda kalmanız için, siz bu malı saltanatınızın devamı için dağıtamazsınız diyerek ellerinden tutsak korumaları tarafından eşek sudan gelinceye kadar dövülür, hapislere atılır sürüm sürüm süründürülürüz. İşte o zaman bizde konuşmayız konuşmayanlar çoğaldıkça hak terazisi eğik olur, hak azalır, adalet azalır ve Türkiye bu günkü halini alır.
Bu ülkeye bir daha bir Atatürk gelmeyeceğine göre korkarım ki Raşit Galib’ler de gelmez olur. İşte o zaman da iş ehlinden çıkmış olur.
Ne diyelim Allah ülkemi ve ülkemi sevenleri korur inşallah!

(*)İnternetten Alıntı.
***///***
Mehmet Şükrü Baş // 11 Şubat 2009 // Elazığ Nurhak Gazetesi

ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ–1





MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

















































ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ–1

Sevgili okurlarım!
Bir seneye yakın bir zamandır bu sütunda sizlere hitap etmekteyim. Eğer ki yazılarımı okuduysanız Atatürk’ün gönlümde bir sevda olduğunu, bu nedenle de sizlere defalarca Atatürk hakkında yazılar yazdığımı hatırlarsınız.
Elbette ki o yüce insanı tam olarak anlatmaya ne gücüm ne de kalemim yeter. Çünkü o tarihlere sığmayan bir liderdir. Bu sütunlara sığması mümkün müdür? Ancak biz onu gönlümüze sığdırdık; o bizim gönlümüzde, damarlarımızdadır.
Sözü uzatmadan sizlere İsmet Bozdağ’ın “Atatürk’ün Sofrası”ndan bir bölüm sunayım. Hep birlikte okuyalım devlet adamı nasıl olur, liderlik nasıl olur, dört yanı ateş çemberinde bir ülke nasıl kurtarılır? Okuyup da görelim.
*****
“Yardım et bana Nuri... Kaçalım köşkten...”
Onun bu içtenlikli isteğine karşı çıkmak, büyük haksızlık olacaktı.
"Tamam, sen planı hazırla, ben uygulamasını yaparım."
Atatürk ve Nuri Conker, birinin hazırladığı ötekinin uyguladığı plan sonunda Florya Köşkü'nün tüm nöbetçilerini atlattılar ve köşkten
kaçtılar. Altlarında, Nuri Conker' in bir arkadaşının arabası vardı. Eylül sonu sonbahar akşamının tadını çıkararak, Çekmece' ye doğru gidiyorlardı.

Birden Atatürk' ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Sabanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için saban yalpa yapıyordu.

Atatürk şoföre durmasını söyledi.
İndiler. Köylüye seslendi:
"Kolay gelsin Ağa!.."
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
"Kolay gelsin."
"İşler nasıl Ağa? Bu yıl mahsulden yüzünüz güldü mü?"
Köylü isteksiz konuştu:
"Tanrı'nın gücüne gitmesin bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin açığı bizde, açığı yukarda! Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi."

"Bakıyorum, sabanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
"Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar."
"Hiç vergi memurları köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikâyet etseydin."
Köylü güldü:
"Muhtar başında deel miydi memurun, a bey?"
Atatürk dudaklarını dişleri arasında ezerek konuştu:
"Kaymakama gitseydin."
Köylü iyice güldü.
"Sen de benle gönül mü eyleyon beyim?" dedi.
Atatürk konuşmayı sürdürdü:
"E peki, İstanbul şuracıkta. Geleydin valiye anlataydın derdini. Onun
İşi bu değil mi?"
Köylü Atatürk' ün saflığına inanmış iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
"Bırak şu sağırı Allasen, biz onun buralardan gelip geçtiğini çok gördük. Yakasına yapışsak acep derdimizi duyurabilir miyiz?"
Atatürk sordu:
"Adın ne senin Ağa?"
"Halil. Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler."
"Demek varlıklısın? Ağa dediklerine göre."
"Acık çiftimiz- çubuğumuz varken adımız ağaya çıkmış."
"Peki, Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun.
Hadi kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?"
"Bilmez olur muyum, beyim?"
"Tamam, öyleyse, hemen her hafta İstanbul'a geliyor. Florya Köşkü' ne iniyor. Köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini
dökseydin ona... Herhalde çaresini bulurdu."
"Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eğliyorsun. Ama bak şimci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya koymazlar ya. Tutalım
ki kodular, koskoca İsmet Paşa' mızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler
ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağırın sağırı! Heç işitmez beni..."
Nuri Conker, lafa karışmak istedi. Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu.
"E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın!" dedi.
"Atatürk koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!"
Köylü iyice keyiflenmiş, gülüyordu.
"Sen ne diyorsun bey?" dedi.
"Mustafa Kemal Paşa Atatürk'ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek. Hem, tut ki gördük. Yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyirecek?"
-DEVAM EDECEK-

Mehmet Şükrü Baş 07 Kasım 2006 Elazığ Nurhak Gaz

ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ-2


MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Gazeteci - Yazar
Elazığ Nurhak Gazetesi Yazarı
















ATATÜRK VE MİLLETİN EFENDİSİ-2

(Dünden devamla)

Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk' ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omzuna elini koyarak;
"Senden hoşlandım Halil Ağa." dedi.
"Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir
Vatandaşsın ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!"
Döndüler, arabaya bindiler. Halil Ağa, onları uğurladı.
"Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el değdiremez. Fakat bu, Devlet Baba' ya borçtur. Ödenmesi gerek. Otomobil hareket etti. Atatürk' ün canı sıkılmıştı.
"Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin!" dedi. Dönüş yolunda Atatürk konuşmuyor, sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı.
"Yahu çocuk, şu Halil Ağa'nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor. Hâlâ da 'Devlet Baba' diyor. Ne mübarek millet, bu millet!"

Köşke döndüklerinde Atatürk yaverine emretti:
"Şimdi" dedi: "İstanbul' da ne kadar bakan, milletvekili varsa hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile İsmet Paşa'yı bul, onlara da haber ver."
Yaver odadan çıktı.
Atatürk, Nuri Conker' e döndü:
"Şimdi sen de arabayla çıkıp o Halil Ağa' ya gideceksin. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam filan dersin. 'Seni sevdi, sana öküz alıverecek.' diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al getir buraya."
O akşam Atatürk' ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, bakanlar,
Milletvekilleri ve İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'dan oluşan yirmi beş
konuk vardı. Atatürk, "Bu akşam soframıza efendimiz gelecek." dedi. "Kendisine nasıl davranacağınızı çok merak ediyorum."

Bir süre sonra içeri başyaver girdi ve Atatürk' ün kulağına bir şeyler söyledi.
Atatürk "Buyursun!" dedi.
Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa, gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşa'nın yer aldığını görünce, şaşkınlıktan dona kaldı. Dizlerinin bağı çözülmüştü. Atatürk onu görünce ayağa kalktı. Arkasından tüm konuklar da ayağa kalktılar. Atatürk son konuğunu;
"Hoş geldin Halil Ağa!" diye karşıladıktan sonra kendisini sofradaki konuklarına tanıttı:
"İşte beklediğimiz, Efendimiz." dedi.
Nuri Conker, Halil Ağa' yı Atatürk' ün sağ başına oturttu, kendisi de yanındaki sandalyeye geçti. Atatürk, sofradakilere, o gün köşkten Conker'le birlikte nasıl kaçtığını, Halil Ağa'yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisi ile konuştuğunu ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şöyle dedi:
" Şimdi gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da orada bana söylediklerini
olduğu gibi tekrarlayacak."
Halil Ağa' ya döndü:
"Bak beri, Halil Ağa!" dedi. "Sen bu akşam benim başmisafirimsin. Senin açık sözlülüğünü pek çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sonra sana hiçbir zarar gelmeyecek. Öküzünü de alacağım; ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen
tekrarlayacaksın. İşte soruyorum:
“Bakıyorum sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?"
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk' ün ayağına kapanacak oldu.
Atatürk önledi:
"Yoo, bak böyle şey istemem. Soruyorum cevap ver."
Soru- cevap valiye kadar aynen tekrarlandı. Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
"Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?"
Vali Muhittin Üstündağ, Hali Ağa'nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
"Vali paşamızı biz görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz ki?"
"Olmadı bu, Halil Ağa. Bana dediğin gibi, dosdoğru."
"Böyle demedik mi beyim?"
"Ya, ben mi yanlış anladım? Dur soralım bakalım Nuri' ye. Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?"
Nuri Conker karşılık verdi.
"Hayır Paşam!"
"Gördün mü? Demek aklında yanlış kalmış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış? Aynen bana söylediğin gibi söyle."
Halil Ağa kekeleyerek konuştu:
"Köylük yerinde bizim dilimiz sağır demeye alışmıştır paşam." dedi. "Kusura kalma gayri."
Atatürk gülmeye başladı:
"Diplomatsın ki, yaman diplomatsın, Halil Ağa. Ama şimdi diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız. Söyle bana, orada dediğin gibi."
Halil Ağa gözünü yumup, başını yere eğdi:
"Şaşırmıştım, ağzımdan yanlışlıkla 'Bırak bu sağırı!' diye bir laf kaçırmışım."
Sofrada gülüşmeler başlamıştı.
"Hadi buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine.”
"E, peki bir Başvekil İsmet Paşa var, bilir misin?"
Halil Ağa, İsmet Paşa'nın yüzüne baktı ve gözlerini yere indirdi:
"Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olur mu hiç? O bugüne bugün."
Atatürk Halil Ağa'yı durdurdu.
"Bırak şimdi övgüleri." dedi. "Ben lafın gerisini getireyim: Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul' a geliyor, Florya Köşkü' ne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Herhalde bir çaresini bulurdu."
Halil Ağa yine kaçamak yanıt verdi:
"Kapıya koymazlar ya bizi, koysalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mü yanacağız!"
Atatürk' ün sesi iyice sertleşti:
"Beni uğraştırma Halil Ağa." dedi. "Erkek adam sözünü yalamaz.
Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!"
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
"Şanlı Paşamıza da sağır dedikti ya."
"Yalnız sağır değil, 'sağırın sağırı' değil miydi?"
Halil Ağa yere eğik başını acıyla salladı:
"Öyle dedikti paşam, doğrusun!" diyebildi.
Atatürk, İsmet Paşa konusunda daha fazla ısrar etmedi, sözü kendine getirdi.
"Son soruyu sorayım şimdi." dedi. "Bunun da karşılığını ver, öküzünü al git."

-DEVAM EDECEK-

Mehmet Şükrü Baş 08 KASIM 2006 Elazığ Nurhak Gazetesi