31 Ağustos 2010 Salı

KENDİ KENDİNİ BİTİREN LİDER

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

KENDİ KENDİNİ BİTİREN LİDER

Kemal Kılıçdaroğlu bir rüzgârdı esti, duruldu.

Rüzgâr olarak görülmesindeki tek sebep ise ülkemizde zirve yapan yolsuzlukların üzerine gitmesi, yolsuzlukla mücadele sözü vermesiydi. Yolsuzluklardan, hırsızlıklardan usanan halkımız dürüst bir görüntü çizen Kılıçdaroğlu’nu adeta bir kurtarıcı olarak gördü. Halkımızın Kılıçtaroğlu’na yönelmesindeki tek sebep Kılıçdaroğlu’nun çizdiği dürüst bir siyasetçi profiliydi. Yalana, talana, yolsuzluğa, yoksulluğa karşı olmasıydı, başka bir şey değildi.

Kılıçdaroğlu bu özelliklerinden ötürü çok kısa bir sürede halkın gönlünde yer etmeyi başarmış, ikinci bir Karaoğlan olma yolunda yol almıştı ve bir gün Gandi lakaplı bu kahramanın yolu Tunceli’ye düştü. Orada öyle bir laf etti ki gündeme getirdiği açılım politikası ile halkın gözünde epeyce bir puan kaybeden Erdoğan’ı mumla aratır oldu.

Ne demişti Bay Gandi?

“Toplumsal uzlaşmanın sağlandığı bir ortamda, elbette ki genel bir af da tartışılabilir.” ifadesini kullanmış, hiç gereği yok iken PKK’ya genel bir af çıkarılmasını gündeme getirmişti.

***

Sokaktaki vatandaş, iş yerindeki esnaf, bürosundaki memur on binin üzerinde verdiğimiz asker ve polislerimizin kanı üzerinden yapılan bu çirkin siyasete hep birlikte “Hayır olamaz, mümkünatı yok!” dediler.

Başka ne dediler biliyor musunuz?

Dediler ki!

“Tunceli’de PKK’ya affı telaffuz eden Bay Gandi demek ki Diyarbakır’a gitse ikinci bayrak istemini telaffuz edecek” dediler.

Sizi bilmem ama bence haklıydılar.

Bay Gandi’nin onbini aşkın gencecik vatan evlatlarının kanı kurumamış iken, bunların kanı yerde iken bırakınız PKK’ya affı telaffuz etmeyi böyle bir düşünceye kapılması bile büyük bir gaflettir.

Adama sormazlar mı “Siz kimin adına kimi affediyorsunuz?”diye.

***

Nitekim Sayın Başbakanımız’da “Yedi bine yakın polis ve asker şehidimizin olduğu Türkiye’de nasıl oluyor da bundan bahsedebiliyorsunuz? Size bu hakkı kimler veriyor? Akıl hocanız kim? Bu şehitlerin vebalini, kanının bedelini ödeme yetkisini kim veriyor? Böyle bir genel affa ilk karşı çıkan ben olurum. Sadece biz değil, Türkiye ayağa kalkar.” diyerek çok haklı ve yerinde olan tepkisini göstermişti.

BİZ SAYIN BAŞBAKANIMIZIN BU SÖZLERİNİ BİR SENET OLARAK KABUL EDİYOR, “İNŞALLAH” TEMENNİSİYLE KENDİSİNİ AYAKTA ALKIŞLIYORUZ.

Bu millet bırakınız teröristi affetmeyi 30 yıldır otuz binden fazla insanımızın gencecik fidanlarımızın kanına giren bu canileri affetme düşüncesinde olanları bile affetmez.

***

Hatırlayanlarınız hatırlar. Bir gün Rahşan Ecevit’in yolu da bir cezaevine düşüyor, orada çocuğunu emzirmekte olan bir kadın görüyor. Merhamet duyguları kabarıyor ve onun girişimi ile içeride ne kadar hırsız, ne kadar uğursuz, ne kadar cani, ne kadar ırz ve namus düşmanı psikopatlar varsa o meşhur Rahşan affı ile salıveriliyor.

Nemi oluyor ondan sonra?

Masum insanlarımızın ırzına geçmeler, cinayet işlemeler, hırsızlıklar, soygunlar, gasp etmeler, kapkaçlar hızla artıyor ve tahliye edilen sayıları otuz bini bulan bu caniler “Alışmış, kudurmuştan beterdir.” misali üç ay sonra, beş ay sonra cezaevlerini doldurmaya başlıyorlar.

Olan masum insanlarımıza, can ve mal güvenliği ile toplumsal huzurumuza oluyor ve halkımız bu affı her zaman ve her zeminde nefretle anımsıyor.

Hafızalarımızı zorladığımızda cumhuriyet tarihinde siyasi partilerin getirdiği her af ülkeyi bir kaosa götürmüş, cezalar caydırıcı olmaktan çıkarak ülke bir suçlular cennetine dönüşmüştür. Mealen hiç bir af bu ülkeye hiç bir yarar getirmemiştir.

***

Şimdi aynı hatayı Sayın Kılıçdaroğlu yapıyor. Tırnaklarının arasında Mehmetçiğimin kurumamış kanı bulunan PKK’lılara affı telaffuz ediyor ve bu telaffuzu ile de siyaset hayatının baharında ne yazık ki kendi kendisini bitiriyor.

Olmuyor Sayın Kılıçdaroğlu! Siz Tunceli’de affı, Diyarbakır’da ikinci bayrağı, Batman’da özerkliği gündeme getirirseniz kendinizi ve başında bulunduğunuz partinizi bitirmekten başka bir şey elde edemezsiniz.

Unutulmamalıdır ki hiç kimse Türk milletinin sabrını ve bu konudaki duyarlığını test etme yetkisine sahip değildir. Bu ülke kendisine gül atanı da, kurşun sıkanı da çok iyi bilir.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 02 Eylül 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi



30 Ağustos 2010 Pazartesi

KİŞİ (NİN) BAŞINA DÜŞENLER - 2 -

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

KİŞİ (NİN) BAŞINA DÜŞENLER (2)

Kim ölçüyor?

Nasıl ölçüyor?

Ne zaman ölçüyor?

Bilmiyorum.

Anlı şanlı büyüklerimizin, cennetmekân siyasilerimizin dediklerine göre ülkemizde kişi başına düşen gayri safi milli hâsıla en son verilere göre 13.920 (On üç bin dokuz yüz yirmi) dolar imiş.

Nasrettin hocaya sormuşlar dünyanın ortası nere diye? Hoca hiç düşünmeden “Eşeğimin bağlı olduğu kazığın çakıldığı yer” demiş. Bu cevaba inanmayanlar “Nereden belli” değince hoca:

“İnanmıyorsanız ölçünüz” demiş.

Şimdi sizde Gayri Safi Milli Hâsılanın 13.920 dolar olduğuna inanmıyorsanız bir dilekçe ile Maliye Bakanlığından sorabilirsiniz.

***

Ağrılı Ömer Çetin, fakir fukara garip gureba bir ailenin tek çocuğuydu. Daha 22 yaşında hayatının baharındaydı. Bu yıl liseyi bitirmiş Muğla Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesini kazanmıştı. Beş çocuklu bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Babası ise inşaatlarda çalışan gözleri az gören birisiydi.

Ömer Çetin okullar tatil olunca inşaatlarda beden işçisi olarak çalışmaya başladı. İşi zordu, ama çalışmak zorundaydı gerek kendisinin üniversite’de okuyabilmesi gereksi iki kız kardeşinin lisedeki eğitimlerini tamamlaya bilmesi için paraya ihtiyaçları vardı. Başka bir güvenceleri de yoktu.

***

Amcaoğlu kaymakam olan Ömer Çetin kendisinin de bir gün böyle bir makama gelebilme umuduyla gecesini gündüzüne katıyor yoksul bir hayat yaşamalarına rağmen derslerini aksatmıyordu. Hayalinde amcaoğlu gibi kaymakam olmak vardı. Bir ay önce Ataşehir’deki bir Lise inşaatında yevmiyesi 30 liradan çalışmaya başladı.

Amelelik zor işti. Körpe bedeni bu kadar ağır bir yükü kaldıramıyordu ama eli mahkûmdu. Çalışmak zorundaydı. İşi ne kadar zor olursa olsun para biriktirmeliydi. Çünkü gelecekleri bu birikime bağlıydı.

***

O gün yine işini yapmak, yevmiyesini almak için yerden 20 metre yükseklikteki iskeleye çıktı ve bir anda dengesini kaybederek yere düştü. 5 Eylül’de okuluna gitmeye hazırlanan Ömer Çetin bu hayalini gerçekleştirmeden yirmi metre yükseklikten beton zemine çakıldı ve oracıkta hayatını kaybetti. Acı haber ailesine ulaştığında hanelerine ateş düştü. Ana ve baba ile dört kız kardeşin gözlerinde yaşlar kurudu. Ağlayabilselerdi belki ferahlayabilirlerdi ama ağlayamıyorlardı. Hıçkırıklar boğazlarında kör düğüm olmuştu. Çünkü Ömer Çetin bu ailenin sığınacağı bir liman, geleceklerindeki umuttu. Ömer’le birlikte bu ailenin bütün umutları da yıkılmış oldu.

***

Bizimde gözlerimizde yaşlar kurumadan Cennetmekân Necip Fazıl Kısakürek’in “DESTAN” şiirinden bir bölüme kulak verelim. Ömer Çetin’ler için ne diyor büyük usta?...


Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,

Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!

Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!

Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!

Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 30 Ağustos 2010 Malatya Hâkimiyet Gazetesi


KİŞİ (NİN) BAŞINA DÜŞENLER

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

KİŞİ (NİN) BAŞINA DÜŞENLER

Biz bu ülkede fakir fukara edebiyatını genellikle solculardan, solcu yazarlarımızdan, sol eğilimli siyasetçilerimizden duyardık. Onlar her seferinde fakir fukara edebiyatı ile işi idare eder, faal fabrikalarımızda, iş yerlerimizde kendilerine yakın sendikalar vasıtasıyla grevlere gider işçi haklarının korunması adına sendika ağalarının saltanatına zemin hazırlarlardı. Bunun boyutları zaman zaman o kadar genişledi ki bir sendika başkanı bir hükümet başkanına kafa tutar, yasaları hiçe sayardı.

Sendikaların gücü bir siyasi partiyi iktidara getirdiği gibi iktidardan indirmeye de yetiyordu. Ve bu durum ülkeyi bin bir kargaşadan sonra 12 Eylül öncesine getirdi.

Netekim 12 Eylül’de ihtilal yapıldı. Demokrasiye ara verildi.

***

Halkına aş ve iş vaadi ile iktidar olan AKP hükümeti iktidarları döneminde ne kadar fabrika ne kadar tesis varsa hepsini satılığa çıkardı. Ucuz paha demeden satıp savdı. Bunlar satılınca bu yerlerde çalışan işçilerimizde kapı önüne bırakıldı. Var olan işsizliğe yenileri eklendi. Bunlara yolsuzluğu yoksulluğu, yalanı ve talanı da ilave ettiğimizde cemiyeti bir çöküntüye doğru hızla yol aldı. Kişiler ve kurumlar arasında güven azaldı, bunalımlar başladı.

Üreten değil tüketen bir toplum olduk..

Hazıra dağ dayanmadı. Ve bu günlere gelindi.

Aşı işi olmayan vatandaş bunalımlara girdi. Cemiyette suçlular çoğaldı. Sudan bahanelerle insanlar öldürüldü. Irza namusa saldırıldı. 2002 yılında sıfırlayan terör zirve yaptı. Ülke her gün biraz daha kan kaybetti biraz daha fukaralaştı. Böylelikle “Fakir fukara garip gureba” diye bir sınıf yaratıldı ve bu slogan edebiyatımızda yerini almış oldu.

Sadeleştirecek olursak AKP iktidarında zenginler daha zengin olurken, orta tabaka dediğimiz işçi, memur, emekli, dul, yetim ve milletin efendisi dediğimiz köylü daha da fakirleşerek yoksullaştırıldılar. On milyonları geçen Asgari ücretliler boşta gezerler aş ve iş sahibi olmayanlar açlık sınırında yerlerini aldılar.

Böylelikle hükümet kendi yarattığı zümreye kendi sahiplenerek oy oranını artırdı.

Son krizle kırıntısı kalan umutlarda böylelikle tükenmiş oldu. İnsanlarımız bunalıma girdi. Esnaf sattığını yerine koyamadı. Dar gelirli vatandaşlarımız sağanak halinde gelen zamlar karşısında ne yapacaklarını bilemez oldu. Dolar fırladı. Dolara endeksli yaşantımız sebebiyle büyük bir kriz ortamı meydana geldi iş yerleri kapandı. Vatandaşın çoğu icralık oldu icra dairelerinde dosyalara yer bulunmaz oldu.

***

Başbakanımız ülkemizden teyet geçen kriz için en önemli tedbir “Dolardan uzak durulması”dır dedi. Dolardan kaçınacak, dolarla alış veriş yapmayacaksınız dedi.

Demesine dedi de Allah aşkına birisi bana dolarla alım satımı olmayan bir şey gösterin.

Dolara bağlı olmayan ne var ki?

Petrol mü? Elektronik eşya mı, beyaz eşyamı, yakacak mı, ilaç mı? Hava mı, su mu? Benzin mi, mazot mu, doğal gaz mı?

Gazete mi, kitap mı?

Enflasyonu azdıran ve hiçbir zaman hızına ulaşılmayan ev kiraları mı?

Her türlü alış verişimiz dolarla olmuyor mu?

Hal böyle olunca!... Gelir dağılımı gittikçe daha da adaletsiz bir hal alıyor. Akan her musluk zenginin çanağını dolduruyor. Fakirin tarlasına damlası düşmeyen iktidar nimetleri zenginin küpünü doldurmaya devam ediyor.

Demek ki bu ülkede başına taş yağanlarda var dolar yağanda.

Başına taş yağanlarda Sayın Başbakanımızın hiçbir zaman ağzından düşürmediği “Fakir fukara, garip gureba” oluken, bankalarda milyar TL’nin üzerinde hesabı olan tuzu kurularında başına adeta gökten dolar yağıyor.

Tıpkı güncel bir fıkra gibi:

***
Amerika`dan döner dönmez, elindeki kocaman bavulla Meclis kürsüsüne çıkan Bakan; "Bu bavulun içinde tam 14.3 milyar dolar var." demiş.
Arkasından da sormuş:
“- Bu parayı nüfusumuza bölersek, kişi başına kaç dolar düşer?
Milletvekilinin biri derhal ayağa kalkarak cevap vermiş:
- 26 milyon dolar!..
- Ama 14.3 milyarı, 70 milyona böldüğümüzde 26 milyon çıkmaz ki?..
- Ben, 70 milyona bölmedim ki...
- Kaça böldün?
- 550`ye!..”

***

Bizde ülkenin bütün gelirlerini bankalarda milyar liranın üzerinde hesabı olan kişilerle meclisteki 550 kişiye böleriz olur biter. Aksi halde adil bir gelir dağılımı ile hareket edersek fakir fukara, garip gureba edebiyatını nasıl yapacağız?

Bu milleti nasıl kandıracağız?

27 Ağustos 2010 Cuma

BU DÜNYADA YERİMİZ BELLİ YA AHİRETTEKİ ...

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

DÜNYADAKİ YERİMİZ BELLİ

YA AHİRETTEKİ YERİMİZ?

Geçen gün bilgisayarımın başında gazeteme göndereceğim köşe yazımı yazarken bizim hanım “Sana bir şey söyleyeyim mi?” dedi. “Hayırdır söyle bakalım” dedim. Hanım bir müddet düşündü “Oruçlu oruçlu yazı yazma başına işler alırsın bir sobalı evimiz var onu da satar tazminat ödersin” dedi.

“Neden?” Dedim…

“Bilmem benden söylemesi” dedi.

***

Belki de hayatımda ilk defa hanıma hak verdim. Peki, ne yazayım diye düşünürken “Ramazan’la ilgili bir şeyler yazayım” dedim. Dememle birlikte de vaz geçtim. Çünkü bu mübarek ayda ramazan’la ilgili yazı yazmayan hiç kimse kalmadı. Herkes Ramazan’la ilgili ya yazı yazdı, yâda Ramazan’ın feyzinden bereketinden, insanlar üzerindeki etkisinden bahsetti.

Bu ramazanda kimisi zam yaptı kimisi nutuk attı.

Yazı arşivime girdim 2008 tarihinde yazdığım bir yazı dikkatimi çekti. Her türlü sahtekârlığın, her türlü kalpazanlığın yaşandığı dünyamızda belki ibret alınır, belki tedbir alınır düşüncesiyle o yazıdan birkaç paragrafı sütunuma alma ihtiyacı duydum.

İnşallah birilerinin nasırına basmamış olurum.

İşte o tarihli bir haber:

***

Türkiye’nin dünya devletlerine sahte mal sürümünde dünya devletleri arasında Çin’den sonra geliyormuş.”

Yani sahtekârlıkta Çin birinci, Türkiye ikinci imiş!

İsterseniz devam edelim o günkü yazımıza;

***

Bu ülkede istenildiği kadar sahte bal, sahte reçel, sahte helva, sahte çikolata, sahte sucuk varmış.

Bu ülkede sahte doktor, sahte avukat, sahte imam, sahte kaymakam, sahte vekil, sahte polis ve sahte öğretmenlerde varmış.

Bitti mi? Hayır!..

Sahte diploma, sahte ehliyet, sahte pasaport, sahte kimlik, sahte karne gibi belgelerimiz de varmış.

Yine bitmedi!...

Gıdaya sahtekârlık bulaşır da içeceklerimize bulaşmaz mı?

İsterseniz onları da sayabiliriz.

Sahte süt, sahte kola, sahte rakı, sahte viski gibi içeceklerimiz de sahtecilikten nasibini aldılar. Daha on binlerce ansiklopedik sahtekârlıklarımızı sıralayabiliriz.

Sahte dostlukları, sahte gülücükleri, sahte sözleri, sahte yüzleri saymazsak da olur.

Çünkü yasalardaki boşluklar ve caydırıcı cezaların bulunmaması sebebiyle işini bilenler ülkeyi sahtekârlar cennetine çevirdiler.

Sahtekârlık olur da kaçakçılık olmaz mı?

Elbette ki kaçakçılıkta da başrollerdeyiz.

Başta o meşhur vergi kaçakçılığımız olmak üzere, kaçak benzin, kaçak mazot, kaçak çay, kaçak şeker, kaçak sigara, kaçak elektrik, kaçak su ve daha binlercesi.

***

Hangi pencereden, hangi gözle bakarsanız bakınız; ülkemizde bir sahtekârlık furyasıdır gidiyor. Niye gitmesin ki? Herhangi bir cezai müeyyidesi yok ki. Yapanın yanına kâr kalan, getirisi bol bir meslek halini aldı bu iş. Zaten büyüklerimizde “Benim memurum işini bilir.”, “İş bilenin kılıç kuşananın.”, “Minareyi çalan kılıfını hazırlar.” dememişler miydi? O halde neyin hesabını yapıyoruz ki?

Ortam müsait, gidişat müsait, yol müsait, yordam müsait. Hele hele “Devlet malı deniz, yemeyen keriz.” gibi tarihi bir atasözümüz var ki değme gitsin.

***

Bu ülkede üzülerek ifade edeyim ki olanlar namuslu vatandaşa oluyor. Bu ülkede namusuyla yaşamak, hak ve hukuka saygılı olmak kadar zor hiçbir şey yok.

Ahlakın, faziletin, dürüstlüğün aptallıkla adlandırıldığı bir ülke,

Siz Şener Şen'in "Namuslu" filmini seyrettiniz mi? Ne diyordu Şener Şen'e rüşvet teklif eden müteahhit:

"Ne bileyim namuslu olduğunu namussuzun!"

Bu ifade ile ülkemizdeki namus mefhumu ne güzel ifade ediliyor değil mi?

Yine büyük devlet adamlarımızdan İsmet İnönü'nün hafızalarda yer eden bir sözü vardı: "Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülke düzelemez." Bu ifade de namussuzların ne kadar cesur olduğunu göstermiyor mu?

***

Bir toplumun bu kadar hızla çöküntüye gitmesinin sebeplerini araştıran, bunlara bir çözüm üreten, dahası toplumun namus değerlerinin yükselmesine vesile olacak girişimlerde bulunan birilerine rastlamak mümkün mü? Herkes bir an önce köşeyi dönme, keseyi doldurma çabasında. Eskiden "Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?" gibi suallerle karşılaşırdık.

Sahi tuz kokunca ne yapılır?

Sahtekârlıkta dünya ikinciliğimiz vatana millete hayırlı olsun.

Birinciliğimiz yakındır inşallah!

Ne diyelim Allah sonumuzu hayır eylesin.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 27 Ağustos 2010 Malatya Hâkimiyet Gazetesi

25 Ağustos 2010 Çarşamba

YA ALLAH...BİSMİLLAH...ALLAHUEKBER













MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ











Tören alanında





YA ALLAH

BİSMİLLAH

ALLAHU EKBER






































Sultan Alparslan anıtı önünde









































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

YA ALLAH…BİSMİLLAH…ALLAHUEKBER

26 Ağustos Cuma günü sabahı çadırından çıkan Alp Arslan Romen Diyojen komutasındaki Bizans Ordusunun Malazgirt Ovası’na yayıldığını ve çadırlar kurduğunu görüyor. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan savaşı önlemek için Romen Diyojen’e teammüller gereği elçiler gönderiyor. Romen Diyojen Selçuklu Padişahının, görkemli ordusundan korktuğu için böyle bir istekte bulunduğu varsayımı ile talebi reddediyor ve elçileri de huzurundan kovuyor.

Düşman ordusunun kendi ordusundan 3–4 kat fazla olduğunu gören Hükümdar savaştan sağ olarak çıkma ihtimalinin zayıf bir ihtimal olduğunu düşünüyor ve töre gereğince kefene benzeyen bir giysi giyiyor. Mahiyetindekilere "Nerede şehit olursam beni oraya gömün" diye vasiyet ediyor.

"Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum'a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber"

O gün Müslüman’ın bayramı kabul edilen mübarek cuma günüydü. Sultan Alpaslan ordusunun başına geçti Kur’an’da zafer vaat eden ayetleri okudu.Namaz vakti gelmişti yanık sesli müezzinin okuduğuezan-ı Muhammediye Malazgirt ovasını inletiyordu. Sultan ordusuna cuma namazını kıldırdı, namaz sonunda kır atına bindiği gibi düşman üstüne şaha kaldırdı. Bunu gören komutanları, askerleri atlarına bindiler. Sultanlarının ardı sıra yalın kılıç cenge girdiler. Koca ovayı “Ya Allah… Bismillah… Allahuekber” nidalarıyla inlettiler. Sayıca kendilerinden çok üstün bir gücü akşamın karanlığı basmadan Malazgirt Ovası’na gömdüler.

Yeni bir şevk ile gürledi gökler/// Ya Allah...Bismillah... Allahuekber,

Can verdiler, nam aldılar ve Anadolu kapısını ilelebet bu millete açtılar.

Artık Anadolu Türklerindi. Anadolu’nun tapusu Türklerin elindeydi.

***

Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum'a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber

Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu
Ardında Oğuz'un ellibin tuğu
Andırır Altay'dan kopan bir çığı

Budur, Peygamberin övdüğü Türkler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber

Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi

Bu seste birleşir bütün yürekler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber!..

Nağramızdır bu gün gök gürültüsü,
Kanımızdır bugün yerin örtüsü
Gazi atlarımın nal parıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber!..

Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya...
Kızılelma'ya hey... Kızılelma'ya!!!

En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber


Destan Şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu bu zaferi işte bu dizelerle destanlaştırıyor.

***

Bugün bu zaferin 939. yıldönümü kutlanmaktadır. Şehitlerimizin mübarek kanlarıyla sulanan bu mübarek topraklar üzerinde hamdüsenalar olsun ki ay-yıldızlı bayrağımız dalgalanmaktadır.

İşte bugün Türkiye Cumhuriyeti, cumhurbaşkanı başta olmak üzere başbakanıyla, bakanlarıyla bütün siyasi çekişmelerin dışında kalarak muhalefetiyle, askeriyle, siviliyle bu şanlı zaferi bu ovada kutlamalıdırlar. Alpaslan’dan devraldıkları Anadolu tapusunu öperek başlarına koymalıdırlar. Çünkü bu tapu hisseli bir tapu değildir. Bu tapu koca Türk Milletinindir. Bu tapunun bedeli de şühedalarımızın kanlarıyla ödenmiştir.

Biz deriz ki!... Bu tapuda vatan olmak var, devlet olmak var, hür ve bağımsız olmak var.

Biz deriz ki!..Bu tapuda şan var, şeref var. Bu tapuda atalarımın mezar taşları var. Bu nedenle bu tapu bayrak kadar, sancak kadar, din kadar, iman kadar kutsal ve mübarektir.

Biz deriz ki!... Bu ülkede gözü olan her gafilin, her cahilin, her hainin bunu böyle bilmesi ve böyle düşünmesi gerekir.

***///***

25 Ağustos 2010 Malatya Hakimiyet ve

26 Ağustos 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetelerinde yayınlanmıştır.



24 Ağustos 2010 Salı

HZ.MEVLANA-YUNUS EMRE VE BİZİMKİLER

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

HZ.MEVLANA - YUNUS EMRE

VE BİZİMKİLER

Internet denilen icat hakikaten 21. Asrın bir mucizesi 1273 yılında hayata gözlerini yuman Mevlana Hazretlerinin insanlığa ışık tutan sözlerinden tutunuzda;

“Ben gelmedim kavga için benim işim sevgi için” diyen Yunus Emre’den…

Bir de “Orada günahım kadar sevmediğim gazeteci bir insan var” diyerek Yunus’un “Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü” tezini çürüten günümüz insanlarını bir arada değerlendirmemiz onların engin fikirlerinden istifade etmemiz mümkün.

Gelin birlikte kulak kabartalım Mevlana Hazretlerinin şifa saçan sözlerine.

***

“— Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
— Vazifesini tam yerine getirmemiş olanın vicdan yarasına ne mazeretin devası ne ilacın şifası deva getirmiş.

— Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.

— Sen diri oldukça ölü yıkayıcı seni yıkar mı hiç?

— Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar

— Korkunç bir kurban bayramı olan kıyamet günü, inananlara bayram günüdür, öküzlere ölüm günü.

— Birisi güzel bir söz söylüyorsa bu, dinleyenin dinlemesinden, anlamasından ileri gelir.

— Zahidin kıblesi, lütuf, kerem sahibi Allah'tır. Tamahkârın kıblesi ise altın torbası.

— Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur.

— Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, başka yere koymak.

— Oyun, görünüşte akla uymaz ama çocuk oyunla akıllanır.

— Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?

— Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?

— Çayırlıktan, çimenlikten esip gelen yel, külhandan gelen yelden ayırt edilir.

— Gerçek kokusuyla, ahmağı kandıran yalan sözün kokusu, miskle sarımsak kokusu gibi, söz söyleyenin soluğundan anlaşılır.

— Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır.

— Kötü nefis, yırtıcı kuştur.

— Dil, tencerenin kapağına benzer. Kıpırdadı da kokusu duyuldu mu ne pişiyor anlarsın.

— Mumundur karanlık veren sana. Anlatırdım bunu ama gönlünün beli kırılıverir. Gönül şişesini kırarsan artık, yaşamak fayda vermez.
Paramparça olmuş gönül hırkalarını diker, yamarız biz.

— İnsan, gözden ibarettir aslında, geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görene denir.

— Dün geçti gitti. Dün gibi, dünün sözü de geçti. Bugün yepyeni bir söz söylemek gerek.

— Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra

— Gördün ya beni gamdan başka kimse hatırlamıyor, gama binlerce defa aferin.

— Doğruluk, Musa'nın asası gibidir. Eğrilik ise sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, bütün eğrilikleri yutar.

— Bir kötülük yaptıktan sonra pişmanlık hissetmek Allah'ın inayet ve muhabbetine mazhar olmanın delilidir.

— Üzerinde pek çok meyveler bulunan bir dalı, meyveler aşağı doğru çeker. Meyvasız bir dalın ucu ise, servi ağacı gibi havada olur.
— Dert, insana yol gösterir.

— İman, namazdan daha iyidir. Çünkü namaz beş vakitte, iman ise her zaman farzdır.

— İki canlı kuşu birbirine bağlasan, dört kanatlı oldukları halde uçamazlar, çünkü ikilik mevcuttur.

— Cübbe ve sarık ile âlimlik olmaz. Âlimlik, insanın zatında bulunan bir hünerdir.

— Değil mi ki gönül mutfağında yemekler tabak tabak, peki ne diye aşağılık kişilerin mutfağına kâse tutacakmışım?

— Burnuna sarımsak tıkamışsın, gül kokusu arıyorsun.

— Herkes güneşi görebilseydi, güneşin ışıklarına delalet eden yıldızlara ne ihtiyaç vardı? “ diyor.

***

İşte bu sözleri söylüyor, gönüller sultanı Mevlana Hazretleri. Bu kadar özdeyişi arasında hiçbir yerde bir başkası için “Onu günahım kadar sevmem” demiyor.

Yine “Anadolu Yunus’tur” diyerek onu Anadolu’ya mal ettiğimiz Yunus Emre “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” dilor ama o da Mevlana Hazretleri gibi hiçbir canlıya “Günahım kadar sevmem” demiyor.

Günümüze geldiğimizde bu sözleri söyleyen gönül sultanlarının tam aksine bir gazeteci için bir siyasetçimiz bütün bu tezleri çürütürcesine “Onu günahım kadar sevmem” diyerek bize söyleyecek söz bırakmıyor.

Ne diyelim Allah sonumuzu Hayır eylesin.

***///***

Mehmet Şükrü Baş Malatya Hâkimiyet Gazetesi


21 Ağustos 2010 Cumartesi

BEREKETLİ BİR İFTAR YEMEĞİ


















Emniyet Müdürümüz Sn.Fahrettin Coşkun'la

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BEREKETLİ BİR İFTAR YEMEĞİ

20 Ağustos günü telefonum çalıyor.

Bakıyorum Emniyet Müdürlüğünden Basın Danışmanı Mehmet Göz. Şükrü Abi diyor “Sayın Müdürümüzün bu akşam bir iftar yemeği var sizi de bekliyoruz” diyor.

Emniyet Müdürlüğümüzden her Ramazan’da böyle bir davet alırım. Her defasında da hüzün dolarım. Bilirim ki bu davette şehit babaları var, şehit anaları, şehit bacıları var. Gazilerimiz var.

Memnuniyetle diyor, telefonumu kapatıyorum

***

Akşama yakın yine telefonum çalıyor. Bu kez gazetemiz sahibi Rıdvan Kaya “Şükrü abi yemeğe gelecek misin” diyor, “evet” diyorum öyleyse hazırlan seni evden alayım diyor. Ve birkaç dakika sonra yola koyuluyoruz.

Polis evi Sevgi Bağlarına vardığımızda güler yüzle, sevgiyle karşılanıyoruz. Emniyet Müdürümüz konuklarını o kadar samimi bir ortamda o kadar içtenlikle karşılıyor ki bu sevgi bu misafirperverlik karşısında duygulanmamak mümkün değil. Sayın Müdürümüz misafirleriyle bire bir ilgileniyor, onların hal ve hatırın soruyor, gönüllerini alıyordu.

Sayın Müdürümüzün bu hareketi devlet ile milletin kaynaştırılmasında önemli bir hizmetti. Hele bu hizmet bu ülkeye hizmet edenlere, bu yolda can verenlere, bu yolda bedel ödeyenlere yapılıyorsa daha büyük bir anlam ifade ediyor, daha da büyük bir itibar kazanıyordu.

***

Beş yüz’ün üzerinde bir kalabalık vardı. Şehrin valisi, şehrin müftüsü ile basınımızın önde gelen isimleri vardı. Tabi her zaman olduğu gibi evlatlarını lanet teröre veren şehit anaları, şehit babaları, şehit bacıları vardı. Bir elini, bir ayağını girdiği çatışmada kaybeden şerefli gazilerimiz ve onların yakınları vardı. Onlarla bir masadaydık. Ben, gazetemiz sahibi Rıdvan Kaya gazeteci ve ressam Kemal Ergün Aslan ağabeyimiz ile gazeteci Mahmut Nacar kardeşimizle birlikte aynı masayı paylaşıyorduk. Masamızda bir şehidimizin anası, babası ve kız kardeşi vardı Gözümüzü onlardan ayıramıyorduk. Yaralarımız depreşmesin diye şehitlerimizden de gazilerimizden de bahsedemiyor tabiri caizse hissiyatımızı içimize akıtıyorduk. Dereden tepeden konuşarak iftar vaktine eriştik.

Masalarda Halil İbrahim bereketi vardı. Yemekler yenmekle bitmiyor gibiydi. Çünkü burası gerçekten Halil İbrahim sofrasıydı. Sofralarda vatan sevgisi vardı, bayrak sevgisi vardı. Burada Nebiler Nebisi Yüce Peygamberimize komşu olan şehitlerimizin yakınları vardı.

***

Derken yemekler yenildi.

Sayın Müftümüz Ömer Kocaoğul her zaman olduğu gibi bu akşamda özellikle şehitlerimize ve gazilerimize hitap eden duygu yüklü duasıyla gönül tellerimizi titretmeyi başarmıştı. Ellerimizi açtık gönlümüzün derinliklerinden gelen dualarımızı şehitlerimizin aziz ruhlarına hediye eyledik.

Böylelikle bereketli bir iftar yemeğinin de sonuna geldik.

Emniyet Müdürümüz bütün ekibi ile birlikte özellikle Emniyet Amiri Kazım Taşbaş ve Basın Danışmanı Mehmet Göz’ün kusursuz biri şekilde yerine getirdiği ev sahipliği bir kurumun amiri ile memuru ile nasıl büyük bir güç haline geldiğini gösteriyordu. Böyle bir ortamda Sayın Müdürümüz misafirlerini uğurluyor, şehit yakınları ve gazilerimizin gönüllerinde hiç çıkmamak üzere yer alıyordu.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 23 Ağustos 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

20 Ağustos 2010 Cuma

EVET Mİ - HAYIR MI?...





MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ



EVET Mİ HAYIR MI?












MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

EVET MİHAYIR MI?...

Ağustos ayına girdiğimizde 12 Eylül’de yapılacak referandumun sonucu gözükür gibi olmuştu. Başka bir ifadeyle macun tüpten çıkmıştı. Sandıklardan yüzde altmışın üzerinde hayır oyu çıkacağı görülüyordu. Mealen vatandaş bu referanduma “Hayır” diyecekti.

Bir rüzgâr esti.

Kimilerine göre Peşmerge başı Barzani’den, kimilerine göre de İmralı’da ki terörist başından.

Düne kadar sandığı boykot eden BDP birden bire fikir değiştirerek “Evet” diyeceklerini açıkça söylemeseler de fikirlerini belli etmeye başladılar. Çünkü bu paket onların paketi idi. Bu paketin içerisinde Habur vardı, Kandil vardı, ikinci bayrak istemi, ülkenin eyaletlere bölünme talebi vardı.

Elbette ki başta Diyarbakır olmak üzere Batman, Siirt, Van, Bingöl, Muş, Hakkâri ve Tunceli gibi Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerindeki şehirlerimiz “Evet” deme kararı alacaklardı ve aldılar da.

***

Her ne kadar Başbakanın meydanlarda “CE-HA-PE, ME-HA-PE ve BDP el ele verdiler bu pakete “Hayır” diyecekler” çünkü ME-HA-PE’de bunların dümen suyuna girmiş bulunmaktadır” diyorduysa da ben şahsen buna inanmıyordum. BDP’nin AKP dururken MHP’nin yanında yer alacağına milyonda bir de olsa ihtimal vermiyordum.

Haklı çıkan ben oldum.

***

Takke düştü kel göründe, evli evine gitti ve bu referandumda AKP ile BDP’nin ortak hareket etmeleri kesinleşti. Bakalım başbakan bundan sonra ne diyecek BDP’nin dümen suyundaki partinin adını nasıl koyacak?

Bekleyip görelim sonu hayır olur inşallah.

***

Ağustos ayı başından itibaren sandıktan “Hayır” çıkacağını anlayan iktidar 12 Eylül sonrasındaki hezimetine bugünden kılıf hazırlamaya başlamıştı. İşi hafife alır gibi bir tavır içine girdiler. En yetkili ağızlar bile “Nihayetinde bu bir referandumdur. Bu referandumu genel seçim havasına sokmak yanlıştır” derken yine bazı yetkili ağızlardan “Referandum sonucu ne olursa olsun seçim zamanında yapılacaktır” ifadesini duyuyoruz.

Ben her iki ifadede de karamsarlık ve umutsuzluk görüyorum.

Sizi bilmem.

Bu durumda AKP’ye sormak lazım!...

Bu referandumda BDP adındaki terör destekli parti MHP’nin mi yanındadır, AKP’nin mi?

***

Bu yüzden ben bu referanduma Allah’ına kadar “HAYIR” diyeceğim. Bu pakete hayır demekle;

Kandil’ede,

Habur’ada,

İkinci bayrak istemine de,

“Tek taraflı ateşkes” kararının Devlet ile Öcalan arasında sağlanan temaslar sonucu alındığını ileri süren PKK’nın ikinci adamı Murat Karayılan’ın utanç dolu söylemlerine de,

Ülkenin eyaletlere bölünme talebine de “HAYIR” demiş olacağım.

Umuyorum ki bu millette içeriği belli olmayan bu pakete AKP’nin yüksek manevra kabiliyetine, olmayan muhalefetin basiretsizliğine rağmen “HAYIR” diyeceklerdir.

Buna inanıyorum.

Çünkü bu referandumdaki gaye üzüm yemek değil bağbancıyı dövmektir. Dikkat buyurun aziz milletim. Evet-Hayır bir yarışmanın adı değildir. Bu referanduma “Evet” demek ikinci bayrak talebini kabullenmek, dönüşü olmayan tehlikeli bir yola girmek demektir. Baksanıza son günlerde “Birleşmiş milletler Barış Gücü’nden bahsedilmektedir. Ne demektir bu?...

Allah’ım sen aklımı, Allah’ım sen ülkemi koru.

Allah bu necip milletimi, bu mübarek vatanımı korur ve sonumuz hayır olur inşallah.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 24 Ağustos 2010 Malatya Hakimiyet 25 Ağustos Elazığ Nurhak Gazetelerinde yayınlanmıştır.