30 Temmuz 2010 Cuma

ŞAHİNLER DİYARINDA SÜZÜLEN KUMRU








MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ











Yavuz Bülent Bakiler ve Feyzullah Budak
ile Elazığ Hazar Gölü'nde
















Fazıl Ahmet Bahadır, Bahaeddin Karakoç,
Em. Vali Şair Rıza Akdemir, Rıdvan Çongur ve
İsmail Özmel Sandıklı'da





(kumru)

mehmet_sukru_bas@mynet.com

ŞAHİNLER DİYARINDAN SÜZÜLEN KUMRU

Sıcaklığın 44 dereceyi gösterdiği bir temmuz günüydü. Kalp hastası olduğumdan sokağa çıkmam yasaklanmıştı. Evde oturuyor kâh televizyon seyrediyorum kâh okuyor, kâh yazıyorum. Torunum Metehan’ın “Dede bu dergi sana” söylemi ile kendime geliyorum. Poşetinden çıkardığım dergiye bir göz attığımda tarihimizde önemli yeri olan bir kale ve Yavuz Bülent Bakiler üstadımın muhteşem bir şiiri ile karşılaşıyorum.

Ben Antepliyim, Şahin’im ağam.

Mavzer omuzuma yük.

Ben yumruklarımla dövüşeceğim.

Yumruklarım memleket kadar büyük.

***

Kim veya kimler çıkarıyor bu dergiyi, nasıl adresime geliyor merak edip bakmıyorum bile. “BEN ANTEPLİYİM, ŞAHİN’İM AĞAM” ifadesi beni yarım asır öncesine götürmeye yetiyor.

Yarım asır öncesi ilimizdeki bir sinemada hatırımda hiçbir zaman çıkaramadığım başrollerini Mahir Özerdem ile Pervin Par’ın paylaştığı “Şahinler Diyarı” adında bir film oynuyor. Arkadaşlarımızla bir araya gelip türlü zorluklarla temin ettiğimiz paralarla sinemaya gidiyoruz. Şahin Bey adındaki kahramanın birkaç serdengeçti arkadaşı ile birlikte şimdi adını hatırlayamadığım bir köprünün başında İngiliz’e geçit vermediğini görüyoruz. Ellerimiz sızlayıncaya kadar alkışlıyoruz. Daha sonra vücuduna aldığı yüzlerce mermi ve süngü darbeleriyle şehit olan Şahin Bey’e gözyaşı döküyoruz. Hıçkıra hıçkıra ağlıyoruz. İşte biz bu ruhla yetiştik, bu duygularla büyüdük. Çünkü bizde ki vatan sevgisi bayrak kadar mukaddesti, “Şahinler Diyarı” kadar büyük.

Bu yüzden ben Antep’in “ŞAHİNLER DİYARI” olduğunu kabullenir ve her Anteplinin bir Şahin Bey olduğuna inanırım.

***

Tarih, kültür sanat ve edebiyat dergisi olan KUMRU’yu açıyorum.

Avukat Abdullah Bay’ın sahipliğindeki derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü muhterem hocam, sevgili dostum Mehmet Nacar’ın yaptığını görüyor, dergiye daha fazla ilgi duymaya başlıyorum. Sonrasında “Keşke her ilde böyle bir avukat olsa'” temennisinde bulunuyorum.

Süratle göz atıyorum dergiye.

Abdulhadi Bay’ın “Nefes” başlıklı girişi sonunda Mehmet Nacar’ın sadece Antep’i değil bütün Türkiye’yi ilgilendiren batı hayranlığı maskaralığı karşısında Türkçeye gönül veren Antepli Richard’ın Antep sevdasını, Suna Bay’ın “Çeyiz, Kına ve Düğün” başlıklı gelenek ve göreneklerimizi canlı tutan yazısını, Şükran Günay’ın “Tütün Tarlası” yazılarını zevkle okuyoruz.

Birbirinden güzel yazılar ve şiirler içerisinde gezinirken yine Mehmet Nacar Hocamızın “Anadolu’da Bahar, kardeşim Dursun Elmas'ın "Bulamadım Yar Seni" İsmail Mercan’ın “Mum Işığında Mektup”, Fikret Oğuztürk’ün “Anan Koca mı Gördü?" başlıklı o muhteşem şiirlerini görüyoruz.

Rasim Köroğlu’nun “Sonradan Görme”, Osman Öcal’ın “Hasretim Gül Simana”, Nermin Terzi’nin “Gidiyorum” şiirleriyle güçlenen ve güzelleşen derginin bir yerinde yer alan bendinizin “Akşam” şiiriyle mutluluğum had safhaya ulaşıyordu.

İçimi bir ferahlık kaplıyor, serinleniyorum.

***

Bu dergi bana unutamadığım bir hadiseyi hatırlatıyor. İlimizde yapılan Uluslararası Hazar Şiir Akşamları münasebetiyle bendenize bir mektup yazan ülkemizin yetiştirdiği mümtaz insan emekli valimiz Şair Rıza Akdemir mektubunun başlangıcında diyordu ki “Şehirleri sevdiren sadece düzgün yolları, cadde ve bulvarları, yüksek yüksek binaları değildir. Şehirleri sevdiren insanları birbiriyle kaynaştırmasını sağlayan bu gibi etkinlikleridir.” İşte bu ifade bugün elimdeki KUMRU dergisinin varlığı ile can buluyordu.

KUMRU dop doluydu. KUMRU bir kuğu gibi Antep’in semalarında yurdun dört bir yanına süzülüyor, Şahin Bey’den Anadolu’ya selamlar götürüyordu. Allah yolunu açık etsin.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 02 Ağustos 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

28 Temmuz 2010 Çarşamba

AL SANA AÇILIM






Ah bu vatan sevgisi,
Sevgilerin en iyisi,
Can içinde can,
Önce Vatan, önce Vatan.
















































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

AL SANA AÇILIM

Dün bu sütunda “İşte Sana Açılım” başlığı altında bir yazı yazmıştık. Bu konuda yazacak o kadar önem arz eden noktalar var ki söylemekle tükenmez, yazmakla bitmez. Değil birkaç köşe yazısı cilt cilt kitaplarla dile getirilse anlatılmak istenilen konunun milyonda birini dile getirmez.

Çünkü söz konusu vatandır.

Gaflete, dalalete ve ihmale gelmez.

***

Büyüklerimiz açılım dediler. Açılım çerçevesi içerisinde bölücüye eşkıyaya her ne ad altında olursa olsun bu vatana ihanet eylemi içerisinde olanlara taviz üstüne taviz verdiler. Molotoflarla işyerlerine saldıranları, otobüsleri yakanları, adına çocuk denilen 17 yaşındaki zıpırları “Sizin yaşınız küçük biraz daha büyüyün diyerek salıverdiler.

Olanlar cenaze merasimlerinde “Kanları yerde kalmayacak” dediğimiz masum insanlarımıza oldu. Serap’larımıza, Sude’lerimize, Ayşe’lerimize oldu. Devriye gezen polislerimize, nöbet bekleyen Mehmetçiğimize oldu.

***

Hükümetimizin bu zafiyetinden yararlanan bölücü zihniyetli kanı bozuklar ülkemizin bölünmez bütünlüğü üzerinde oyunlar oynadılar. O kadar ileriye gittiler ki Ulu Önder Atatürk’ün “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” vecizesinin dağlardan taşlardan dergilerden kitaplardan silinmesini istediler. Her sabah okullarımızda okunan “ANDIMIZIN” kaldırılmasını istediler. Türkiye Futbol Federasyonu cümlesinin başındaki “TÜRKİYE” kelimesinin çıkarılmasını istediler. Türkiye’nin bölgelere ayrılma zamanının geldiğini dile getirdiler. Bu ihanetin adına da “Çözüm” dediler. KÜRT SORUNUNA İSLAMİ ÇÖZÜM FORMU' adını verdiler.

“Ne Mutlu Türküm Diyene” diyebilen insanları azınlık durumuna düşürdüler. Türk Silahlı Kuvvetlerini köy basan, orman yakan, adam öldüren bir kurum olarak lanse ettiler. TC isminden tiksindiler.

Bu formda yer alan tümüyle ülkemizin bölünmez bütünlüğüne hançer gibi saplanan (8) hükmüne baktığımızda durumun vahameti gözler önüne seriliyor. Amacın üzüm yemek olmadığı meydana çıkıyor, ülkenin çok büyük bir tehlike altında olduğu gözlemleniyor

***

Kürt Sorununa İslami Çözüm altında hazırlanan bu ihanet raporunda bu sorunun başlıca sorumlularının “Kemalist Kadrolar” olduğu öne çıkarılıyor. Kürt Sorunu, Kemalist kadrolar tarafından tepeden inmeci, jakoben bir anlayışla dayatılan, inkar ve uluslaştırma politikalarının bir sonucudur” deniliyor

Devam ediliyor;

Milliyetçi-Militarist bir paradigma üzerine inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana, homojen laik bir ulus toplum hedefiyle, farklı gördüğü ve dönüştüremediği tüm unsurlara yönelik asimilasyon ve imha amaçlı şiddet politikalarına başvurmuştur.” Deniliyor.

Bitmiyor;

“PKK, Kürt sorununun bir parçası olmakla birlikte, esasında Kürt sorununun doğurduğu bir sonuçtur. PKK, şiddetin çözümü noktasında muhataptır; Kürt sorununun çözümü noktasında muhatap bütün kesimleriyle Kürt halkıdır.” Denilerek ap açık bir şekilde PKK ile masaya oturulması öneriliyor.

Sözde raporun bir maddesinde ise insanın tüylerini diken diken eden bir madde göze çarpıyor ki bu madde de “Kürt sorunu bağlamında yürütülen inkâr ve imha amaçlı tüm faaliyetlerin, akıtılan kanların, yaşanan göçlerin, faili meçhullerin ve dayatılan her türlü acının birincil sorumlusu devlettir. Deniliyor.

Bu ve bu gibi milli duygularımızı, bağımsızlığımızı, birliğimizi ve dirliğimizi kabul etmeyen bir takım zırvalıklar sürüp gittikten sonra kendi akıllarınca çözüm önerileri sıralanıyor.

İşte bizce zırvalık olarak kabul edilen o çözüm önerileri.

***

1- TSK, yürüttüğü operasyonları durdurmalıdır. PKK, eylemsizlik kararı almalıdır. Bununla birlikte PKK’nın (nin) silahı bırakması için gerekli şartlar sağlanmalı, ayrım gözetilmeden tüm siyasi tutuklular serbest bırakılmalıdır.

2- Cumhuriyet dönemi boyunca Kürtlere yapılan tüm zulüm ve haksızlıklar için resmi düzeyde özür dilenmelidir.

3- Şüphesiz ki tüm diller, Allah’ın ayetlerindendirler. Bu nedenle Kürtçe üzerinde devam etmekte olan resmi, gayrı resmi tüm yasaklar, sınırlandırmalar kaldırılmalıdır. Anadilde eğitim başta olmak üzere Kürtçe, her alanda koşulsuz biçimde serbest bırakılmalıdır.

4- İlköğretim öğrencilerine okutulan ‘Andımız’ kaldırılmalıdır. Muhtelif yerlerde yazılan ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ gibi yazılar silinmelidir.

5- Başta vatandaşlık tanımı olmak üzere, anayasa ve sistemin bütün resmi literatürüne hâkim olan Türklük esaslı dışlayıcı ve ayrımcı söylem terk edilmelidir.

6- İsimleri değiştirilen yerleşim yerlerinin eski adları tümden iade edilmelidir.

7- Bölgede çok yönlü sorunlara yol açan koruculuk sistemi derhal lağvedilmelidir.

8- Binlerce kayıp ve faili meçhulün akıbeti açıklanmalı, soruşturmalar ciddiyetle yürütülmeli ve sorumlular bulunup cezalandırılmalıdır. Köy yakma v.b olayların hesabı sorulmalıdır. Ergenekon yapılanmasının bölgede yaptığı hukuksuzluklar derinlemesine soruşturulmalıdır.

9- Yapılan operasyonlarda, seçilmiş Kürt siyasetçilerinin soyut suçlamalarla tutuklanmaları, halkın siyasi tercihine ipotek koymak anlamına gelmektedir. Kürt siyasetçilerin maruz kaldığı bu hukuksuzluğa son verilmeli ve tutuklular bir an önce serbest bırakılmalıdır.

10- Tüm siyasi mahkûmların cezaevi şartları iyileştirilmeli, bu bağlamda Öcalan’ın cezaevi şartları da düzeltilmeli ve normal bir cezaevine nakli sağlanmalıdır. PKK da, Öcalan’ın yaşam koşullarını şiddete başvurmak için bahane kılmaktan vazgeçmelidir.

11- AK Parti Hükümeti BDP’yi görmezden gelen tavrından vazgeçmeli, BDP ile diyaloğa geçmelidir. BDP ise çözüme yönelik çaba sarf eden sivil siyasetin elini güçlendirici adımlar atmalıdır.

12- Bir bütünlük arz etmesi nedeniyle; Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki tüm Kürtlerin sorunlarının çözümü için çaba gösterilmelidir.

13- Başta Şeyh Said olmak üzere Kürdistan’da kıyam hareketlerine katılan önderlerin ve Saidi Nursinin mezarları tespit edilmeli, Şeyh Said kıyamının Diyarbakır ve Elazığ arşivlerinin açılması gerekir.

14- JİTEM'i hatırlatan özel ordu fikrinden kesinlikle vazgeçilmelidir.

***

Sizi bilmem ama sevgili okurlarım ben bu zırvalıklar karşısında söyleyecek söz, yazacak kelime bulamıyorum. Damarlarımda kan çekiliyor. Beynim uyuşuyor.

Açılım adını verdikleri bu Ali Cengiz oyununun kurallarını kim veya kimler koyuyor? Açılım dedikleri bu bataklığın içerisindeki yılanları, ahtapotları, kan emici vampirleri kim veya kimler besliyor?...Bütün bunlar cevabı olmayan sorulardır.

Dünkü yazımda da ifade ettiğim gibi kimse kimseyi kandırmasın. Bu sözümün altını çizerek söylüyorum. BİNDİK BİR ALAMETE GİDİYORUZ KIYAMETE Allah sonumuzu hayreylesin. Sonumuz hayır olur inşallah.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 30 Temmuz 2010




27 Temmuz 2010 Salı

İŞTE SANA AÇILIM










MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ







mehmet_sukru_bas@mynet.com

İŞTE SANA AÇILIM

Serap Eser göğsüne bastırdığı üniversiteye hazırlık kitapları ile birlikte akşam dershaneden çıkıp, Küçükçekmece’deki evine gitmek üzere 8 Kasım 2009 günü devletin belediye otobüsüne biniyor. Otobüsten ineceği sırada on altı-on yedi yaşlarında beyinleri yıkanmış vatan ve millet hainleri tarafından otobüse Molotof kokteyli atılıyor. Devletin otobüsü bir anda alev alıyor. Kaçanlar kaçıyor, canını kurtaranlar kurtarıyor. Serap kucağındaki kitaplarını bırakmıyor ve alevler içerisinde kalan nazik bedeninin yüzde kırkı yanıyor.

Serap günlerce hastanede tabiri caizse Azrail’le boğuştu “Daha ben gencim dedi, önümde bir istikbal var dedi. Ölmek istemiyorum dedi, benim hiçbir günahım yok, ben masumum dedi” ancak beyninde oluşan ödemle 07 Aralık tarihinde hayatını kaybetti.

Serap öldü.

***

Buse Sarıyağ’da 17 yaşında idi. Oda Serap gibi lise son sınıftaydı. Onunda amacı subay olmak aziz vatanını, şanlı bayrağını korumaktı. “Ayağının tozu olabilme şerefi yeter bana” diyecek kadar bağlıydı atasına. 22 Haziran 2010 tarihinde Halkalı’da askeri personeli taşıyan servis otobüsüne bindi. Dershaneye gidiyordu “Kimsesizler Mezarlığı” adı verilen bir semte gelindiğinde uzaktan kumanda ile servis otobüsünde bir patlama oldu dört askerimizle birlikte Buse’mizde şehit oldu.

***

Belediye otobüslerine, iş yerlerine, çarşıya pazara amaçsız bir şekilde hedef ve kişi gözetmeksizin Molotof kokteyli atan canilerde 15 ila 17 yaşındaydılar. Kıllarını kıpırdatmadan otobüsün, işyerinin ve orada bulunan masum insanların yanışlarını seyrettiler, haykırışlarını dinlediler. Serap’lar öldü, Sude’ler öldü, Ayşe’ler öldü.

Evine ekmek götürmekte olan baba öldü.

Devriye gezen polis, nöbetteki asker öldü.

***

Nihayetinde yakalandılar bu cani ruhlu kişiler. Hapse konuldular ve hükümetimizin açılımın bir parçası olarak gündeme getirdiği özel bir af yasası sonucu ceza evlerinden tahliye edildiler.

Tıpkı Habur’dan gelen teröristler gibiydiler.

Ceza evlerinden adeta törenlerle çıktılar. Aileleri ve yandaşları tarafından karşılandılar. “Pişman mısınız?....” sorusuna cevap alabilmek için uzatılan mikrofonlara “Hayır pişman değiliz” dediler. Niye pişman olsunlar ki?...Bunları bu gibi eylemlerinden korkutacak ve caydıracak bir ceza yasamız yoktu gidenler anasının kesesinden gitmiş, yaptıkları yanlarına kar kalmıştı. Yüreğinde bir nebze de olsa insanlık duygusu ve Allah korkusu olmayan hükümetimizin çocuk dediği 17 yaşlarındaki zıpır gibi bu canilerin.

***

Bütün bunlar olurken bu yasanın çıkarılması için parmak kaldıran vekiller ise yurdun dört bir yanını turluyor bu ülkeye yapabilecekleri en büyük kötülük olan “AÇILIM” ı anlatıyorlardı. Bu doğrultuda içerisinde bu milletin hiçbir derdine deva olmayan Anayasa paketi için de vatandaşın “Evet” demesini istiyorlardı.

Bunlar Serapları, Sude’leri onlarla birlikte yüzlerce şehitlerimizi hiç görmeden, onların acılarını hissetmeden 18 yaşından küçük beyinleri yıkanmış tırnakları arasında kan pıhtılaşmış canilerin ceza evlerinden çıkarılmasını bir zafer olarak halka sunmaya çalışıyorlardı.

***

Bu gidiş, gidiş değildir.

Bu gidiş ülkenin bölünmez bütünlüğünü birlik ve dirliğini tehlikeye sokan bir gidiştir. Nasıl ki Çanakkale’yi 18 yaş altı gençler geçilmez kıldıysa ellerinde molotof olan günümüzdeki 18 yaş altı gençlerde bu ülkeyi yaşanmaz kılmak için çalışmaktadırlar.

Bu oyuna gelmemek, bu tehlikeyi görmek lazım.

Şehit ettikleri masumlar için pişmanlık duymayan insanların bu toplum içerisinde saatli bir bomba gibi elini kolunu sallayarak dolaşması açılım değil ülkemiz için bir felakettir.

Meşhur Rahşan affını unutmamak gerekir. Bu affın bu memlekete kaça mal olduğunu ve kaç şehidimizin mübarek ruhlarını sızlattığını ve o mübarek şehitlerimizin tertemiz kanı üzerinde pis ve çirkin bir siyaset yapıldığını araştırmak ve bilmek gerekir.

Unutulmamalıdır ki AB uğruna verdiğimiz tavizlerle dış güvenliğimizi ve bağımsızlığımızı tehlikeye atıyor, Açılım politikası adına da iç güvenliğimizi, birlik ve beraberliğimizi tehlikeye atıyoruz.

Yine unutulmamalıdır ki suç ve suçlusu bol olan ancak caydırıcı bir ceza yasası olmayan bir ülkede huzur ve güven yoktur.

Kimse kimseyi kandırmasın. Bu sözümün altını çizerek söylüyorum. BİNDİK BİR ALAMETE GİDİYORUZ KIYAMETE Allah sonumuzu hayreylesin. Sonumuz hayır olur inşallah.Mehmet Şükrü Baş 29 Temmuz 2010

***///***

23 Temmuz 2010 Cuma

A L K O L


















MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ mehmet_sukru_bas@mynet.com

A L K O L

Ara sırada olsa bir zamanlar ben de alkol alırdım. Benim bir özelliğim vardı. Sarhoş olduğumda ağlardım. Benim ölçüm buydu. Ağlamaya başladım mı kafayı bulduğum kanaati hâsıl olurdu.

Arkadaşlarım “Eyvah, bu kafayı buldu.” derken eve gidip de ağlamadım mı hanım “Bugün iyisin, fazla alkol almamışsın.” derdi. Yani ağlamak benim alkol metremdi.

***

Gün geldi gözlerimizde yaşlar kurudu, torun torba sahibi olduk ve alkolü bıraktık.

Aradan yirmi seneyi aşkın bir süre geçti.

Geçen gün Başbakanımızı kürsüde ağlarken gördüm. “Allah Allah!” dedim, “Başbakanım niye ağlıyor? Niye böyle dudakları titriyor? Kelimeler boğazında düğümleniyor niye iki gözü iki çeşme?” diye cevap aradım bu sorulara.

Ülke yönetiminde bir arıza mı vardı?

Ne münasebet!..

Evvelkisi gün verdiğimiz altı şehidi, dünde Hatay’da verdiğimiz dört şehidimizi de saymazsak Ülke güllük gülistanlıktı.

Başbakanımızın bir sağlık sorunu mu vardı?

Allah’a şükür sapasağlamdı,

Çocuklarının aşı, işi var mıydı?

Çok şükür o da vardı. Gemicikleri vardı, yatları, katlarıa vardı.

Kızımız Sümeyye’de danışmanlık yapıyordu Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisinde.

Emine Hanımın ara sıra ayakları yere değse de sürekli gökyüzünde beş kıtayı turlayıp duruyordu.

O halde Sayın Başbakan niye ağlıyordu?

Zaten Bülent Arınç da ağlamak için bahane arıyordu.

Bunlar ağlayınca bunlara uyum sağlamak için vekillerde ağlıyordu.

***

Ağlayanlar resmigeçidine hakikaten ağlaması gereken milletimizde uyum sağlayınca bir ağlama duvarı oluşuyor, başbakan ağlıyor, yardımcısı ağlıyor, milletin anası ağlıyor millet ağlıyordu. Milletimizin dertlerine çare bulmak onların yüzlerini güldürmek için seçip yüce meclise gönderdiğimiz vekillerimizi de ağlar görünce ağlamamak mümkün mü?

Yakında Kızılay’da bir ağlama çadırı kurulursa şaşırmamak gerek.

Bütün bunları görünce yıllar öncesine gittim ve “Ah ulan şuracıkta iki duble rakı olsa da efkârımı dağıtsam.” dedim. Der demez de “Yapma yahu lanet şeytana. Allah’tan kokmuyorsan, kuldan utan. Kuldan da utanmıyorsan Başbakandan utan, gözü yaşlı, kalbi kırık Arınç’tan utan.” dedim ve eve doğru yürümeye başladım.

Bilenler bilir bu meret birisinin kafasına takıldı mı kurtuluşu yoktur. İlle ki iki duble parlatması gerekir. Aklıma yıllar önce kaleme aydığım bir şiirim geldi. Yeridir deyip aldım köşeme;

Bunca dert içinde ayık gezer mi insan?
Can mı dayanır böyle çile çekmeye?

Yıllarca içimi kemiren bir kurt,

Hâlâ doymadı kanım içmeye.

***

Beynimde hayatın bütün problemleri karıncalaşırken birden başbakanımızın 21 Temmuz’da gazetelerde manşet olan ALKOL YERİNE MEYVE YİYİN!” önerisi geldi. Az ileride bir manav vardı. Hızlı adımlarla oraya vardım. Karpuz yığını arasında gözüme çarpan bir karpuzu göstererek “Bu karpuzlar Adana’mı?” dedim. Manav ”Evet” deyince “Tart şunu.” dedim. Sıra sıra kavunları görünce bir de Mollaköy kavunu aldım. İki elimde iki poşet eve doğru yol alırken bunların üzerine cila yapmak üzere iki kilo da üzüm aldım.

***

Eve varınca hanıma “Kavunu karpuzu kes, üzümle birlikte tabaklara koy getir bugün efkâr dağıtacağım” dedim. Nede olsa hanım efkâr dağıtmayı benim gençlik yıllarımdan biliyordu. Garip garip yüzüme baktı ve “Hadi canım sende” deyiverdi.

“Bak hanım!” dedim. “Bugün ben başbakanımın tavsiyeleri doğrultusunda efkâr gidereceğim. Başbakanımız ağlayınca Bülent Arınç gibi ben de efkârlanıyorum. Efkârlanınca da aklıma iki duble rakı içmek geliyor. Alkolü bırakmama rağmen Sayın Başbakanımın verdiği reçete doğrultusunda kafayı bulmaya, efkârımı gidermeye çalışıyorum.”

Çatalımı işsizliğin, yolsuzluğun, yoksulluğun, yalanın, talanın ve başa bela terörün bağrına saplar gibi önce karpuza, arkasından Mollaköy kavununa saplıyorum. Birkaç hamle sonra bir salkım üzümle sıhhat-i devlet yapıyorum. İşte bu sırada kafayı bulmuş olacağım ki ağlıyorum. Alkol metrem benim tam olarak kafayı bulduğumu gösteriyordu.

Alkolün müziksiz ve sigarasız olmayacağını geçmiş tecrübelerimden biliyorum. Emektar pikabın üzerine bir 45’lik plak koydum başladı dönmeye! 11 Mayıs 1998’de ehliyetiz bir gencin (!) aracıyla çarptığı ve ölümüne sebep olduğu ancak sürücünün ceza almaması için sekizde sekiz kusurlu gösterildiği ses sanatçısı rahmetli Sevim Tanürek okuyordu.

**

Kimseye etmem şikâyet,
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.
Perde-i zulmet çekilmiş,
Korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime.

**

Şarkının sözleri ve bir zamanların ünlü ancak kadersiz sanatçısı Türk Sanat Musikisinin büyük ismi Sevim Tanürek’in yanık sesi beni benden geçirmişti. Gözlerimden damla damla yaşlar inerken bir kez daha kavuna ve karpuza uzandım ve “Sıhhat-i devletinize!” dedim. Ellerimle birlikte dudaklarım, dudaklarımla birlikte sesimde titriyordu.

Başbakanın dedikleri gerçek olmuştu. Alkol metrem kavun, karpuzla sarhoş olduğumu doğruluyordu.

Ağlıyordum.

Ne diyelim sonumuz “HAYIR” olur inşallah!...

***///***

28 Temmuz 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetesi ile Malatya Hâkimiyet gazetesinde yayınlanmıştır.


KARAKOÇAN'DA BİR GÜN (2)













































Mehmet Şükrü
BAŞ























KARAKOÇAN’DA BİR GÜN (2)

(Dünden devam)

***

Belediye Başkanı Sayın Nurettin Aslan’ın dediği gibi Karakoçan hızla değişen bir konumda. İlçe girişinde başlayan geniş ve düzgün caddesi ile, modern binaları ile, park ve bahçeleri ile, çeşit çeşit iş yeri ve mağazaları ile şehirleşme yolunda ilerleyen, sürekli büyüyen ve gün geçtikçe gelişen bir ilçe. Otuz iki bine yaklaşan toplam nüfusu ile bir şehir büyüklüğüne ulaşmış modern bir ilçe.

Araçlarımız ilçenin hemen girişinde bulunan yüzme havuzlu düğün salonunda duruyor. Burayı gördüğümüzde şaşırmadık dersek yalan olur. Bir ilçede bu kadar düzgün, bu kadar büyük ve bu kadar modern bir yapının oluşu haliyle görenleri şaşırtıyordu.

Kaymakamız Cengiz Ünsal, Belediye Başkanımız Nurettin Aslan, Emniyet Müdürü M.Barış Özcan, İlçe Milli Eğitim Müdürü Süleyman Bulut, Halk Eğitim Müdürü Fikri Kılıç, Karakoçan Sosyal Yardımlaşma Derneği Başkanı gönlü gani insan Ahmet Yıldız bu derneğin değerli üyeleri ve bizler bu nezih mekânda öğlen yemeği yiyoruz. Her şey yemekler kadar nefis, her şey çok güzel. Mekânın ortasında yer alan yüzme havuzu Karakoçanlı gençlerle dolu. Buraya deniz getirilmiş gibi.

***

Gençlerin rahatını kaçırmamak için yeniden araçlara doluşuyor Sayın Başkanın bahçesine gidiyoruz. Başkan Bey bizi her türlü meyvelerin olduğu yeşillikler içerisindeki ferah bahçesinde ağırlıyor.

Kardeşimiz Bedrettin Keleştimur buraya da kamera ve kameramanları ile birlikte gelmiş. Masalar kuruluyor, kablolar çekiliyor ve TV. programı başlıyor. Sayın Başkan Karakoçan’ın asli meselelerini masaya yatırıyor, basın aracılığı ile Elazığ’dan üniversite bazında, valilik ve belediye bazında, sivil toplum örgütleri bazında buraya destek verilmesini, aradaki uzunca mesafenin yakınlaştırılmasını istiyordu.

İkinci konuşmacı Karakoçan Sosyal ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Ahmet Yıldız da dernekleri hakkında bilgiler veriyor. Derneklerinin 2003 yılında kurulduğunu, 350 civarında üyelerinin bulunduğunu, kuruluş amaçlarının Karakoçan’a hizmet olduğunu vurguluyordu.

Netice olarak Karakoçan ilçemizin yapısal ve ekonomik durumu yerinde görülüyor, eksiklikler dile getiriliyor, yapılması gerekenler sıralanıyordu.

Bizim buradaki gözlemlerimizde Karakoçan’ın kaymakamlığı ile belediyesi ile sivil toplum kuruluşları ve bürokrasisi ile el ele gönüle bir hizmet yarışında olduklarıdır.

Biz bu ilçemizin kendisini daha iyi bir platformda tanıtması için Kolan Kaplıcaları gibi bir zenginliğini de ön plana çıkararak tanıtım aşamasına girmesinde yarar görüyoruz. Bu şiir etkinlikleri olur, çeşitli adlarda festivaller olur. Olur da olur. Bir başka husus da Elazığ’da yayın yapan yerel televizyonlarının yayınlarını buraya kadar götürmeleridir. Bu işlem de yapıldığında Elazığ’la Karakoçan daha da bütünleşecek, reklâmları ile ticareti ile eğitim ve kültürü ile daha da yakınlaşacaktır.

***

Çaylar yudumlanıyor, meyveler yeniliyor, sıra saz ve söz ustalarına geliyor. Şairlerimiz şiirlerini okuyor, yazarlarımız görüşlerini açıklıyor, mızrap tele dokunuyordu. Tam bu sırada Sayın Kaymakamımız yeniden bizlere katılma inceliğini gösteriyor. Paşa Demirbağ, Hasan Öztürk, Ali Öner, Fethi Açıkgöz ve oğlu ile Karakoçanlı genç İlhami Yaşa udu ile yerlerini alıyorlardı.

Musikimizin medarı iftiharı Hasan Öztürk okuduğu (kürdi hoyratı) ile tabiri caizse bülbülleri susturuyor. Akabinde koronun okuduğu “Dağlar Dağımdır Benim” türküsünden sonra musikimizin duayeni Paşa Demirbağ “Kalemi kaşta koydun, gözümü yaşta koydun” türküsüyle gönül tellerimizi titretiyordu. Musikimizin değerli ismi Ali Öner’de “Mendilin işle yolla” akabinde “Malatya Malatya” türküleri ile programı noktalıyordu.

Damaklarda tat bırakan bir etkinliğin sonuna geldik. Vaktin akşama eriştiği veda anının geldiğini gösteriyordu. İzin istedik, helallik istedik, bu güzel insanlarla yeniden sarılıp sarmalaştık ve Elazığ’a hareket ettik.

Elveda Karakoçan, elveda bu ilçenin muhterem zevatı değerli yöneticileri. Bizler hep sizinleyiz, sizinle birlikte sizinle gönül gönüleyiz.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 26 Temmuz 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

KARAKOÇAN'DA BİR GÜN





























































MEHMET ŞÜKRÜ
BAŞ







KARAKOÇAN’DA BİR GÜN

Yine bir Manas etkinliği… Manas Genel Koordinatörü Şener Bulut kardeşimizin organize ettiği bir faaliyet için ilimizin en uzak ilçesi Karakoçan’a doğru yol almaktayız.
Karakoçan Belediyesine ait otobüste ilimizin yetiştirdiği şair ve yazarlarımızdan Şükrü Kacar hocamızla birlikte R.Mithat Yılmaz, Bedrettin Keleştimur, Faik Güngör, Dursun Aksoy, Doğan Sever, Mahir Gürbüz, Tuncer Sönmez ile mahalli müziğimizin temel taşlarından saz ve söz ustaları Paşa Demirbağ, Hasan Öztürk, Ali Öner ile Fethi Açıkgöz’le birlikteyiz. Birlikte olduğumuz kişiler sadece bu isimler değil. Karakoçanlılar Sosyal Yardım Derneği (KASYAD) Başkanı Ahmet Yıldız ve dernek üyeleri de bizimle beraber. Sevgi, saygı ve çok hoş bir muhabbet ortamında Karakoçan’a varıyoruz. İçerisinde bulunduğumuz araç bizi doğruca Kaymakamlık binasına götürüyor. Burada bizi Milli Eğitim Müdürü Süleyman Bulut, Halk Eğitim Müdürü Fikri Kılıç, Emniyet Müdürü M. Barış Özcan karşılıyor. Topluca Karakoçan Kaymakamı Sayın Cengiz Ünsal’ın makamına çıkıyoruz.

KAYMAKAMLIKTAYIZ

Karakoçan Kaymakamı Cengiz Ünsal bir elmanın iki yarısı diye adlandırdığımız komşu vilayetlerimizden 1975 Malatya-Hekimhan doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Yurdun çeşitli yerlerinde kaymakam vekilliği ve kaymakamlık yaptıktan sonra Ağustos 2008 tarihinde Karakoçan Kaymakamlığına atanmış idealist bir idareci. O günden bugüne kadar bu yerdeki hizmetini başarı ile sürdürmüş, halkı ile el ele, gönül gönüle, halkının gönlünde yer etmiş birisi. Nede olsa aynı bölgenin insanı. Doğup büyüdüğü bölgeyi ve o bölgenin insanlarını, örf ve ananelerini iyi bilen bir isim. Başarısının sırrı da buradan geliyor olsa gerek.
Sayın Kaymakamımızı daha önceleri de iki defa tanıma şerefine nail olmuştum. Her ikisi de Hazar Şiir Akşamları etkinlikleri doğrultusunda olmuştu. Her zaman olduğu gibi bugün de bizleri çok sıcak bir ortamda karşıladı. Heyetimizi güler yüzü ve Anadolu misafirperverliği ile kabul buyurdu. Yarım saatlik bir zaman diliminde hem çaylarımızı yudumladık hem de ilçe hakkında konuştuk. Sayın Kaymakamı ilçenin problemlerine vakıf, görevinin bilincinde olan, dahası halk arasında çok sevilen bir mülki amir olarak gördük.




BELEDİYEDEYİZ

Kaymakamlıktan ayrıldıktan sonra aynı heyetle Belediye Başkanı Sayın Nurettin Aslan’ın makamına çıktık. Burada da Sayın Başkan bizleri kırk yıllık dostlarıymışız gibi sıcak bir ortamda karşıladı. Ben Sayın Başkanı ilk defa bu kadar yakinen görüyordum. Hoşbeşten sonra Sayın Başkana bir dokunduk bin “ah” işittik. Sayın Başkan, Elazığ’ın her konuda, her zeminde ve her zaman Karakoçan’ın yanında olmasını istiyordu. Yerden göğe haklıydı. Karakoçan, Elazığ’ın en uzak (100 km.) ilçesiydi. Coğrafi yapısı itibariyle bu uzaklığın mutlaka giderilmesi ve her alanda Elazığ’ın Karakoçan’ı kucaklaması gerekiyordu.
Sayın Başkan Karakoçan’da eğitimin yetersizliğinden bahsederek sözlerine başladı. “Eğitim ve öğretim istenilen düzeyde değildir.” dedi. Sözlerinin devamında Karakoçan’da Fırat Üniversitesine bağlı 140 öğrenci kapasiteli Meslek Yüksek Okulunun bu yıl öğrenime başlayacağını, bu sayının gelecek yıllarda açılacak yeni bölümlerle artırılacağını, böylelikle Karakoçan’da eğitim ve öğretimin istenilen düzeylere çıkarılması çabasında olacaklarını söylerken mutluluğu gözlerinden okunuyordu.
Sayın Başkan Karakoçan halkının yüzde sekseninin Avrupalı yani gurbetçi olduğunu, Avrupa’da çalıştıklarını bu nedenle ilçenin iyi bir ekonomiye sahip olduğunu, bu doğrultuda hızla kalkındığını söylüyordu.
Konuşmalar arasında Sayın Başkanın görevinde ikinci dönem olduğunu öğrendik. Demek ki halka hizmeti, Hakk’a hizmet olarak görüyor, hizmette kusur etmiyor ki halkın bu denli teveccühüne mazhar oluyor düşüncesine kapıldık.
Hakikaten biz bu ilçeyi Kaymakamı ile bürokratları ile belediye başkanı ile birlik ve bütünlük içerisinde halka hizmet yolunda el ele gördük. Her ne kadar Sayın Belediye Başkanı bazı konularda yalnız bırakılmasından ve ilçenin şansızlığından bahsettiyse de biz böyle bir kadro ile bu ilçenin şanslı bir ilçe olduğuna kanaat getirdik.
Öğlen ezanı okunuyordu. Sayın Başkanla birlikte öğlen yemeğine çıkmak üzere belediyeden ayrıldık. Belediye önündeki parkta az da olsa vatandaşla sohbet ettik. Daha sonra arabalara doluşarak oradan ayrıldık.
(Devem edecek)
***///***
Mehmet Şükrü Baş 23 Temmuz 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

20 Temmuz 2010 Salı

MUSTAFA KEMAL OLMASAYDI




BU YAZIMI EĞİTİMCİ ŞAİR VE YAZAR KARDEŞİM DURSUN ELMAS'A İTHAF EDİYORUM. ELAZIĞ 22.07.2010

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ








Haçlı ruhu delirmişti

Koca çınar devrilmişti.

Bu yurt bile verilmişti,

Atatürk'üm olmasaydı














Kahpe düşman gitmiyordu,

Zulüm bitmek bilmiyordu.

Ocağımız tütmüyordu

Atatürk'üm olmasaydı.













Silinmişti kimliğimiz,

Bozulmuştu birliğimiz.

Yok, olmuştu dirliğimiz

Atatürk'üm olmasaydı.














Bugünlere gelemezdik

Okul nedir bilemezdik.

Kitap yüzü göremezdik

Atatürk'üm olmasıydı.












Bayrak olmazdı gönderde

Çan çalardı minarede.

Baykuş öterdi camide

Atatürk'üm olmasaydı.

***///***


MUSTAFA KEMAL OLMASAYDI

BUGÜN BU MECLİS OLUR MUYDU?


Atatürk’ün kurduğu yüce Mecliste sekiz yeni üniversite kurulmasını öngören kanun tasarısı görüşülüyor. Ulu Önder Atatürk’ün Yunan’ı denize döktüğü İzmir’de kurulacak üniversiteye de Atatürk’ün cennetmekân annesi ZÜBEYDE HANIM isminin verilmesi teklif ediliyor. Bu anlamlı ve onurlu teklifin tereddütsüz kabul edilmesi gerekirken ne yazık ki hükümet kanadı tarafından kabule şayan görülmüyor ve ne acıdır ki aynı hükümetin üyeleri tarafından reddediliyor.

İnsanın kanını donduran, tüylerini diken diken eden bir haber.

İnsanı utandıran, kahreden bir haber.

İçerisinde sadakatsizlik ve kadirbilmezlik olan bir haber.

***

O Zübeyde Hanım ki o Ulu Önder Atatürk’ü yani Mustafa Kemal’i doğurmasaydı Türkiye doğmayacak, Türk milleti bağımsızlığını devam ettiremeyecekti.

O Zübeyde Hanım, o mübarek kadın bir Mustafa Kemal doğurmasaydı bu gün bu topraklarda Âmine Hatunun doğurduğu Nebiler Nebisi Yüce Peygamberimizin kurduğu İslam dini de olmayacaktı. Açınız bakınız Cuma Namazı kimlere farzdır. Hür olmayan bir insan bu faraziyeyi yerine getirebilir mi, getiremez mi? Hürriyeti olmayan bir milletin dinini yaşaması mümkün mü, değil mi?

Tabii ki değil!

Peki, ne olacaktı o zaman?

Minarelerde ezanlar okunmayacak, yerine çanlar çalacaktı.

Ahmet’in adı Coni, Mehmet’in adı Yorgo olacak, Ayşe Keti, Fatma Suzi olarak dünyaya gelecekti.

Ne orucumuz, ne namazımız olacak; kandillerde yanan minarelerimizde baykuşlar ötecekti.

O Zübeyde Hanım olmasaydı Türk’ün tarihinde bir MUSTAFAKEMALolmayacaktı.

Mustafa Kemal olmasaydı vatan ve namus olmayacaktı.

***

Zübeyde Hanım’ın doğurduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu yüce Mecliste eğer ki İzmir’deki bir üniversitemize Zübeyde Hanım Üniversitesi adı verilseydi bu yasanın kabulü için havaya kalkan parmakların sahipleri hiç kimseye nasip olmayan ve olmayacak bir gururun sahibi olacaklardı. Bu millet o mübarek kadına ve Ulu Önder Atatürk’e karşı görevini yapmış olacak, gelecek nesillere ve tarihimize karşı sorumluluklarını yapmış olacaklardı.

Olmadı.

Bir yanımız eksik kaldı.

O yasa görüşüldüğünde iyi ki vekil değil, milletten birisiydim. Sadece bu teklifin reddedilmesiyle yüreğimin yanması, ruhumun kan ağlamasıyla yetindim. Millet değil de vekil olsaydım ve kurulacak bir üniversiteye Zübeyde Hanım’ın isminin verilmesi talebine karşı çıkıp yasaya red oyu verseydim red oyuna kalkan o parmağı bir kara taşın üstünü kor yine kara bir taşla ezerdim, ezerdim, ezerdim.

Cehaleti ezer gibi, gaflet ve dalaleti ezer gibi, karanlıkları ezer gibi ezerdim.

***

TBMM’de sekiz yeni üniversite kurulmasını öngören kanun tasarısının görüşmeleri sırasında İzmir’de kurulacak üniversiteye Atatürk’ün annesi ‘’Zübeyde Hanım’’ isminin verilmesi istemi reddedilince buraya kurulacak üniversitenin adı “Kâtip Çelebi Üniversitesi” olacak.

Bunun yanında:

Ankara'da “Yıldırım Beyazıt Üniversitesi”,

Bursa'da “Bursa Teknik Üniversitesi”,

İstanbul'da “İstanbul Medeniyet Üniversitesi”,

Konya'da “Konya Üniversitesi”,

Erzurum'da “Erzurum Teknik Üniversitesi”,

Kayseri'de “Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi” ve

Antalya'da “Uluslararası Antalya Üniversitesi” kurulacak.

Bu tasarruf karşısında bir sözümün altını bir kere daha çizmek isterim. O Zübeyde Hanım o kahramanı doğurmasaydı bugün ne Erzurum vardı, ne de Antalya, ne de oğlunun Yunan’ı denize döktüğü İzmir vardı. Kayseri de yoktu Kayseri’de adı üniversiteye verilen Abdullah Gül de yoktu.

Eğitimci yazar ve şair dostum Dursun Elmas’ın dediği gibi;

*

"Bayrak olmazdı gönderde

Çan çalardı minarede.

Baykuş öterdi camide

Atatürk'üm olmasaydı."

*

Zübeyde Hanım olmasaydı Atatürk’ümüz olmazdı. Atatürk’ümüz olmasaydı Türklüğümüz olmazdı. Gönderde dalgalanacak bayrağımız, üzerinde yaşayacak vatanımız olmazdı.

Arımız, namusumuz, dinimiz, imanımız olmaz, Anadolu olmazdı.

***///***

22 Temmuz 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetesi ile Malatya Hakimiyet Gazetesinde yayınlanmıştır. M.Ş.Baş