4 Eylül 2011 Pazar

KUTLU VE MÜBAREK BİR AY

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

KUTLU VE MÜBAREK BİR AY

İnsanoğlu ömür güzergâhında öğle günler yaşar ki yaşadığı bu günlerin önemini ya fark edemez, yâda çok geç fark eder. Tıpkı geride bıraktığımız 2011 yılı Ağustos ayı gibi…

Geçtiğimiz Ağustos ayı öğlesine önemli günler ve gecelerle zenginleştirilmiş bir aydı ki hayatımız boyunca unutamayacağımız birkaç mübarek ve kutlu günü bir günde yaşamamıza vesile oldu.

* 26 Ağustos Ramazan’ı şerifti,

Aynı gün Anadolu kapılarının Türklere açıldığı Malazgirt zaferinin yıldönümüydü.

Aynı gün bin aydan daha faziletli mübarek Kadir Gecesiydi.

Bugün Anadolu kapılarının Türklere, cennet-i ala’nın Türk ve Müslümanlara açıldığı bir günün yıldönümüydü.

***

* 30 Ağustos ise Kurban Bayramının birinci günüydü,

Aynı zamanda Türk’ün Zafer Bayramı idi,

İşte biz bu tarihlerde bu mutlu ve kutlu gün ve geceleri bir arada yaşama bahtiyarlığına eriştik. Acaba bizden sonra gelecek nesillerimiz böyle bir günü yaşama bahtiyarlığına erişebilecekler mi?...

26 AĞUSTOS MALAZGİRT ZAFERİ

Tarih 26 Ağustos 2011…

Bu gün Müslümanların bayramı Cuma,

* Üstelik Ramazan-ı Şerif…

* Üstelik bin aydan daha hayırlı bir Kadir Gecesi,

* Üstelik Ya Allah Bismillah Allahuekber nidalarıyla Anadolu kapılarının Türk Milletine açıldığı ve bu kapıların altın anahtarları ile Anadolu tapusunun necip milletime teslim edildiği günün 940. yıldönümü.

Ay aynı, tarih aynı, gün aynı 26 Ağustos 2011

Acaba takvim yaprakları bu dört mübarek günü bir daha bir araya getirebilecek mi?...

Onun için bugün mübarek, mübarek olduğu kadar da kutlu bir gün necip milletime ve kahraman orduma kutlu olsun.

Türklere Anadolu kapısını kefene benzeyen beyaz giysileri içerisinde kır atını şaha kaldırarak açan Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan ve alperenlerinin aziz ruhları şad, mekânları cennet olsun…

RAMAZAN BAYRAMI

Tarih 30 Ağustos 2011…

Ramazan Bayramının birinci günü…

Bugün bu dini bayramımız en önemli milli bayramlarımızdan birisi olan Zafer Bayramı ile kol kola girdiği bir gün…

Bu gün bir Ramazan boyu Yüce Allah’ın emri ile oruç tutan, onun önünde saf tutan, ona el açan Müslümanların bayramı…

Rabbimizin bizlere nasip ettiği bu dini bayramımızı 30 Ağustos Zafer Bayramı ile aynı tarihte, aynı günde aynı coşkuyla aynı inanç ve aynı heyecanla birlikte kutluyoruz.

Acaba tarihler böylesine ulvi bir beraberliği Türk Milletine bir daha yaşatacak mı?..Veya bu iki önemli bayramı bir arada yaşanabileceği başka bir bayram var olacak mı?...

Din kardeşlerimize mübarek olsun.

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI

Bugün 30 Ağustos 2011

* Bugün Türk Milletinin en önemli milli bayramlarından birisi olan Zafer Bayramı…

* Bugün bu milli bayramımızın en önemli dini bayramlarımızdan birisi olan Ramazan Bayramı ile kucaklaştığı aynı günde kutlanıldığı bir gün…

Bugün vatanımızın, milletimizin, arımızın, onurumuzun kurtulduğu, yüce milletimin istikbal ve hürriyetine kavuştuğu bir gün…

Bugün Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün : "Hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır. Bu satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz." emrini verdiği ve Mehmetçiğin Allah Allah nidalarıyla şaha kalkığı, sel olup aktığı ve bütün düşmanlarını bu selde boğduğu, böylelikle vatanın vatan olduğu bir gün.

Kahraman orduma, Necip Milletime kutlu olsun.

Rabbim böylesine mutlu ve kutlu günleri bir arada aynı gün bizlere nasip ettiği için ona hamdüsenalar olsun…

Bu kalıcı ve ölümsüz zaferi bize armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere bütün şehit ve gazilerimizin aziz ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Allah hepsine rahmet eylesin.

Onların sayesinde, onların şahadetiyle kutladığımız bu mübarek günlerimiz hep var olsun, Bayramlarınız mutlu ve kutlu olsun….TANRI TÜRK’Ü KORUSUN

***///***

Mehmet Şükrü Baş 02 Eylül 2011



YA ALLAH BİSMİLLAH ALLAHUEKBER









YA ALLAH BİSMİLLAH

ALLAHUEKBER

























MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

















































YA ALLAH…BİSMİLLAH…ALLAHUEKBER

Bugün 26 Ağustos 2011 Cuma…Üstelik Ramazan-ı Şerif…üstelik bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi, mübarek ve kutlu bir gün necip milletime, kahraman orduma kutlu olsun….

***

940 sene önce yine bir 26 Ağustos, yine bir Cuma Destanlar Şairi Cennetmekan Arif Nihat Asya’nın o ölümsüz Malazgirt Destanı’nda dediği gibi: “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma // Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum'a // Bozkurtlar ordusu geçti hücuma // Yeni bir şevk ile gürledi gökler // Ya Allah...Bismillah... Allahuekber.

***

İşte o gün Türk’ün kahramanlıklarla dolu tarihinde şanlı bir sayfanın açıldığı gibi bu yüce millete bir daha kapanmayacak olan Anadolu’nun altın anahtarlı kapıları da açılıyor. Gelin o günlere dönelim;

***

26 Ağustos 1071 Cuma günü sabahı çadırından çıkan Alparslan Romen Diyojen komutasındaki Bizans Ordusunun Malazgirt Ovası’na yayıldığını ve çadırlar kurduğunu görüyor. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alparslan savaşı önlemek için Romen Diyojen’e elçiler gönderiyor. Romen Diyojen Selçuklu Padişahının, görkemli ordusundan korktuğu için böyle bir istekte bulunduğu varsayımı ile bu talebi reddediyor ve elçileri de huzurundan kovuyor.

***

Düşman ordusunun kendi ordusundan 3–4 kat fazla olduğunu gören Hükümdar savaştan sağ olarak çıkma ihtimalinin zayıf bir ihtimal olduğunu görüyor ve töre gereğince kefene benzeyen bir giysi giyiyor. Mahiyetindekilere nerede şehit olursa oraya gömülmesini vasiyet ediyor.

***

O gün Müslüman’ın bayramı kabul edilen mübarek cuma günüydü. Sultan Alpaslan ordusunun başına geçti Kur’an’da zafer vaat eden ayetleri okudu. Ordusuna cuma namazını kıldırdı, namaz sonunda kır atını bindiği gibi düşman üstüne şaha kaldırdı. Bunu gören komutanları, askerleri atlarına bindiler. Sultanlarının ardı sıra yalın kılıç cenge girdiler. Koca ovayı “Ya Allah… Bismillah… Allahuekber” nidalarıyla inlettiler. Sayıca kendilerinden çok üstün bir gücü akşamın karanlığı basmadan Malazgirt Ovası’na gömdüler.

Yeni bir şevk ile gürledi gökler/// Ya Allah...Bismillah... Allahuekber,

Can verdiler, nam aldılar ve Anadolu kapısını ilelebet bu millete açtılar.

Anadolu’nun tapusu Türklerin elindeydi. Artık Anadolu Türklerindi…

***

Aylardan Ağustos, günlerden Cuma
Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum'a
Bozkurtlar ordusu geçti hücuma


Yeni bir şevk ile gürledi gökler
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber

Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu
Ardında Oğuz'un ellibin tuğu
Andırır Altay'dan kopan bir çığı

Budur, Peygamberin övdüğü Türkler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber

Türk, Ulu Tanrı'nın soylu gözdesi
Malazgirt Bizans'ın Türk'e secdesi
Bu ses insanlığa Hakk'ın müjdesi

Bu seste birleşir bütün yürekler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber!..

Nağramızdır bu gün gök gürültüsü,
Kanımızdır bugün yerin örtüsü
Gazi atlarımın nal parıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler...
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber!..

Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,
Anadolu başlar, vatan olmaya...
Kızılelma'ya hey... Kızılelma'ya!!!

En güzel marşını vurmadan mehter
Ya Allah...Bismillah... Allahuekber

***

Bugün bu zaferin 940. yıldönümü kutlanmaktadır. Şehitlerimizin mübarek kanlarıyla sulanan bu mübarek topraklar üzerinde hamdüsenalar olsun ki ay-yıldızlı bayrağımız dalgalanmaktadır.

İşte bugün Türkiye Cumhuriyeti, cumhurbaşkanı başta olmak üzere başbakanıyla, bakanlarıyla bütün siyasi çekişmelerin dışında kalarak muhalefetiyle, askeriyle, siviliyle bu şanlı zaferi bu ovada kutlamalıdırlar. Alpaslan’dan devraldıkları Anadolu tapusunu öperek başlarına koymalıdırlar. Çünkü bu tapu hisseli bir tapu değildir. Bu tapu koca Türk Milletinindir. Bu tapunun bedeli de şühedalarımızın kanlarıyla ödenmiştir.

Biz deriz ki!...

Bu tapuda vatan olmak var, devlet olmak var, hür ve bağımsız olmak var.

Biz deriz ki!..

Bu tapuda şan var, şeref var.

Biz deriz ki!..

Bu tapuda atalarımın mührü, parmak izi var.

Biz deriz ki!...

Bu tapuda atalarımın mezar taşları var.

Biz deriz ki!...

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_ssukru_bas@mynet.com

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI

Hiç kimse kusura kalmasın, hiç kimse alınmasın.

Hiç kimseyi hedef almıyorum.

Hani bir söz vardır ya “sözüm meclisten dışarı” evet benimde sözüm meclisten dışarı. Çünkü biz yazılması gereken ülke gerçeklerini yazmaya korkuyoruz. Bazıları:

* Ülkeyi eyaletlere bölme girişiminde bulunsalar da,

* Özerkliklerini isteseler de,

* “Vergi vermeyiz” Meclise girmeyiz girsek de yemin etmeyiz deseler de,

* Atalarımızın mübarek kanları ile renklendirilmiş şanlı bayrağımızın yanına paçavradan bir bayrak isteseler de,

* Teröristlere “Gerilla” diyecek kadar ileri gitseler de onlara bir şey yok ama biz!..

Biz ise yazmaya korkuyoruz.

***

AKP iktidarında verdiğimiz şehit sayısı bazı basın kuruluşlarında açıklandığı üzere dokuz yüz yetmişleri devirmiş, bine merdiven dayamış durumda.

Allah’a Şükür Sayın Başbakanımız geçen gün “Bıçak kemiğe dayandı” diyerek içimize adeta su serpti. Ama içimizdeki ateş sönmedi, sönmedi, sönmedi…

Oysa bu sözü 1988 senesinden beri bizleri yönetin her iktidardan, her başbakandan, her liderden dinleye dinleye kına geldi bizlere.

Bakınız!

***

1988’de Başbakan Turgut Özal “Bu devlet haince kan döken teröriste bedelini ödetecek güçtedir. Bıçak kemiğe dayandı” demiş…

***

1992’de Demirel “Terör örgütü şimdide masum çocukların canını almaya başladı. Binaleyn devlet buna izin vermeyecektir çünkü bıçak kemiğe dayandı” buyurmuş…

***

Ondan sonra iktidara gelen demir leydi Tansu Çiller 1996 yılında!

“Terör ya bitecek, ya bitecek kimseye bir çakıl taşını vermeyiz” demiş. Bu söylemle bıçağın kemiğe dayandığını ifade etmiş.

***

Tansu Çillerden sonra iktidara gelen Mesut Yılmaz’da 1997 yılında...

“Avrupa terör örgütüne daha fazla kucak açmaya devam edemez. Artık bıçak kemiğe dayandı” demiş…

***

Yılmaz’dan sonra 1999 yılında Başbakanlık koltuğuna oturan rahmetli Bülent Ecevit ise:

“Terör örgütüne hizmet eden herkes hesabını vermeye hazır olsun. Bıçak kemiğe dayanıyor” buyurmuş.

VEEEEE!....

Teröre sadece altı şehit verdiğimiz 2002 yılında, yani terörün can çekiştiği bir dönemde iktidara gelen ve devri iktidarında bine yakın şehit verdiğimiz Başbakan Recep Tayip Erdoğan’da…

“Ramazan ayına hürmeten sabrediyoruz ama artık sabrımız tükendi bıçak kemiğe dayandı” sözleriyle sabır küpünün çatladığını ifadeyle harekete geçmiştir.

***

Geriye dönüp de baktığımızda Turgut Özal’dan itibaren bıçağın kemiğe dayandığını görüyor ve her iktidar değişiminde her liderden bu lakırdıları dinliyoruz.

Bıçağın bu kadar kemiğe dayandığı bir ülkede gün geliyor terör ve terörist dağdan şehre iniyor. Kucağında ekmeği ile evine giden bir emekli, kucağında kitaplar ile dershaneden çıkan bir öğrenci, nöbetteki ocak umudu askerle birlikte hain parmakların çektikleri tetiklerle veya atılan Molotoflarla şehit ediliyor.

Törenler, merasimler söylemler,

“Bıçak kemiğe dayandı” demeler.

Terör devam ediyor.

***

İstisnasız her şehit cenazesinde yüreklere düşen ateş siyasete malzeme ediliyor. Asker sivil karşı karşıya getirilmek isteniliyor. Akabinde yarı yolda döndürülen sınır ötesi hareketler yapılıyor. Terörü besleyen Barzani ve Talabani bozuntularının ayakları altına kırmızı halılar seriliyor. AB uyum yasaları çerçevesinde bazılarına ödün üstüne ödün veriliyor.

Gün geliyor on, gün geliyor on iki, gün geliyor on beş ve daha fazlası vatan evladı şahadet şerbetini içmeye devam ediyor.

Her gün şehit cenazesinde “Bıçak kemiğe biraz daha yaklaşıyor.”

Açılım saçmalığı sonucu Kandil’den gelen teröristler başımıza çıkartılır gibi otobüs üzerine çıkartılırken bu ülkenin milli duyguları ayaklar altına alınıyor. Ve gün geliyor şehidini toprağa verirken “Vatan Sağ Olsun” diyen şehit anası, şehit babası, şehit eşi “Artık Vatan sağ olsun demiyoruz” diyor.

Daha önceden cümle âleme duyurulan ve otuz yıldan beri devam eden sınır ötesi harekâtla birlikte terör ve terörü besleyen unsurlar ile “Bıçak kemiğe dayandı” söylemleri devam ediyor.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 22 Ağustos 2011

BIÇAĞIN KEMİĞE DAYANDIĞI GÜN

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BIÇAĞIN KEMİĞE DAYANDIĞI GÜN

AKP 14 Ağustos’ta on yaşına girdi. Allah analı babalı büyütsün temennisiyle nice yıllara diyoruz. AKP kuruluşunun onuncu yıl dönümü nedeniyle bilmem kaç bin kişiye iftar yemeği verdi.

Ne diyelim!... Afiyet şeker, bal, kaymak olsun.

Nede olsa ekmek elden su gölden…

***

İftar yemeğinde bir konuşma yapan Başbakan Sayın Recep Tayip Erdoğan terör örgütü PKK’yı ve onun yan kuruluşlarını kastederek Bıçak kemiğe dayandı. Bu ülkede terör örgütüyle arasına mesafe koymayanlar da bu suça iştirak ediyor. Onlar da bunun bedelini ödemeye mahkûm olacak. Ramazan’a hürmeten, şu anda sabrediyoruz ama Ramazan’ın bitiminden sonra bilesiniz ki bu ülkede barışın miladı çok daha farklı olacak” dedi.

***

Bu konuşmayı duyunca bıçağın yeni yeni kemiğe dayandığı gibi bir hissiyata kapıldık. Sanki otuz yıldan beri otuz bin vatan evladının, otuz bin ana kuzusunun şahadetleri ile bıçak kemiğe dayanmamıştı da şimdilerde dayanmış gibi bir mana çıkardık. Oysa bu ülkede otuz yılı aşkın bir zamandır oluk oluk kan akıyor PKK denilen ihanet çetesi istisnasız her gün karakol basıyor, yol kesiyor askerimizi polisimizi tarıyor, kundaktaki bebeleri katlediyor, yollarımıza mayın döşüyor. Yetmiyor PKK’nın yan kuruluşları ülkenin bölünmesi için eylemlerini metropollerde yapıyor.

Biz ne yapıyoruz?...

Açılım projesinin hayata geçirilmesi için didinip duruyoruz.

***

Bendeniz “28 Temmuz 2011 tarihli “”Demokratik Açılım” başlığını taşıyan bir yazımda:

“Kıbrıs için haklı olarak “Bıçak kemiğe dayandı” diyen Başbakanımızın terör ve teröristler içinde “Yeter artık bıçak kemiği deldi ve geçti ” demesini bekliyor ve Kandil bataklığının neye mal olursa olsun, ucu nereye dokunursa dokunsun kurutulmasını gerektiğine inanıyoruz. Aksi halde bu bataklık daha pek çok ocak umudunu yutmaya devam edecektir.” Demiştim.

Dileğim kabul olmuş olacak ki Sayın Başbakan söz konusu iftar yenmeğinde “YETER ARTIK BIÇAK KEMİĞE DAYANDI” ifadesini kullandı.

Ancaaak!...

Ramazan’a hürmeten, biz şu anda sabrediyoruz ama Ramazan’ın bitiminden sonra bilesiniz ki bu ülkede barışın miladı, bu barış ayıyla beraber, bu dayanışma ayıyla birlikte çok daha farklı olacak” dedi.

***

Şimdi her gün duyduğum şehit haberleri ile kahrolan bir vatandaş olarak Sayın Başbakana sormak isterim… Sayın Başbakanım!... Dinimizde yol kesen can alan teröristtin cenaze namazı bile kılınmaz iken siz bu teröristlere mübarek Ramazan hürmetine dokunmuyorsanız kış uykusundasınız demektir. Çünkü yüce dinimizde kutsal aylar, kutsal gün ve geceler Allah’a inanan, Allah’ın emirlerine riayet edenler içindir bir cani için, bir terörist için mübarek gün ve gece yoktur. Daha geçen gün mübarek kandil gecesinde verdiğimiz on üç şehit bunun açık bir kanıtıdır. Eğer ki bu caniler Ramazan’a hürmet etselerdi Kandil Gecelerini mübarek bilselerdi onlarca askerimizin kanına girerler miydi?...Onlar için “KANDİL” terörün teröristin yuvası Kandil dağıdır.

Kaldı ki bugün Ramazan yarın Bayram, öbürsü gün Kurban Bayramı daha sonra tekrar Recep, Şaban ve tekrar Ramazan Bu millet bu günlerin hatırına her gün üç beş şehit haberi ile uyanacaksa vah bize vahlar bize…

Sayın Başbakanım siz “Bıçak kemiğe dayandı” diyorsunuz. Millet ise aynı fikirde değildir. Çünkü bıçak kemiği çoktan parçaladı şimdi ciğerlere işliyor.

Bakınız

Adamlar demokratik açılım adı altında!...

* Ülkeyi eyaletlere bölme girişimindeler,

* Özerkliklerini istemekteler,

* “Vergi vermeyiz” Meclise girmeyiz girsek de yemin etmeyiz demekteler,

* Atalarımızın mübarek kanları ile renklendirilmiş şanlı bayrağımızın yanına paçavradan bir bayrak istemekteler,

* Teröristlere “Gerilla” diyecek kadar ileri gitmekteler.

Bunların bu eylem ve istemlerine karşı “Bir dakika bir dakika” İngilizcesiyle “WAY MİNUTE” demenin zamanı gelmedi mi Sayın Başbakanım gelmedi mi?..

***///***

Mehmet Şükrü Baş 17 Ağustos 2011

3 Eylül 2011 Cumartesi

ATATÜRK İLK ÖĞRETİM OKULU





MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

ATATÜRK İLKÖĞRETİM OKULU

Birileri size “Emekliler ne iş yapar veya ne işe yarar?” diye bir sual sorsa cevabınız ne olur bilemem ama benim cevabım emeklilerin iyi bir dadı oldukları yolundaki tespitimdir. Bende bu görevimi torunu Metehan’ı her gün öğrencisi olduğu Atatürk İlköğretim Okuluna götürüp getirmekle yerine getiriyorum.

Bu görevimi yerine getirirken de 55 sene ötelere gidip torunumun yerinde kendimi görüyor, onunla birlikte istiklal marşımızı, onunla birlikte andımızı okuyorum. Çünkü bende 1950’lerde bu okulda okudum, eşimde bu okulda okudu. Üç oğlum bir kızımda bu okulda okudu. Şimdide torunum Metehan bu okulda okuyor. Kısaca bizim ailede üç nesil bu okulda okuma şerefine nail olmuştur.

***

İsterseniz size bu okulu karınca kararınca tanıtmaya çalışayım.

Atatürk İlköğretim Okulunun 1933 de temeli atılmış, 1937 tarihinde 40 bin liraya mal olarak aynı sene hizmete açılmıştır. Atatürk ismi Atatürk'ün l7 Kasım'da Elazığ'a gelişiyle bu okula verilmiş, bu okul bu onurlu ismi şanla şerefle bu güne kadar taşır olmuş, ilelebet te taşıyacaktır inşallah.

Ulu önder Atatürk'ün bu millete emir niteliğinde tavsiye ettiği cehaletle savaşımız bu okulunda hizmete girmesiyle hız kazanmış Elazığ gençliğine adeta bir armağan olarak sunulmuştur. Bu okulda 1500 civarında öğrenci kapasitesi mevcut olup 20 Dershanesi 2 bilgisayar laboratuarı 1 Müdür, 3 Müdür Yardımcısı 60’tan fazla öğretmenle eğitim ve öğretime devam etmektedir.

***

Bizim 1950’lerde öğrencisi olduğumuz bu okulun o senelerde büyük bir bahçesi vardı. İl Halk Kütüphanesi, Atatürk Ana Okulu ve Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun yeri bu okulun bahçesiydi. Gün geçtikçe biz büyüdük, biz büyüdükçe dünya küçüldü haliyle bu okulun bahçesi de küçüle küçüle şimdiki halini aldı.

Bu okula paralel giden İstasyon Caddesi karo taşlarıyla kaplıydı. Caddenin ötesinde boydan boya Şehit İlhanlar Caddesinden gelip İstasyonun altındaki köprüden suları akan büyük bir dere vardı. O dereden karşıya geçmek için Emek taksinin bulunduğu mevkide bir köprü vardı bazen bu köprüden geçer bazen de düşe kalka toz toprak içerisinde bu dereden geçerdik.

***

Bu senelerde bu okulda sabah Atatürk, öğlen Uluova İlkokulu adı altında iki öğretim yapılırdı. Bizler Atatürk İlkokulunda okurduk. Başöğretmenimiz Ferit Köksal, öğretmenimiz Şefik sayılı adında iki muhterem eğitimciydi. Her ikisine de Allah'tan rahmetler diliyorum. Dikkat ederseniz bir insanın tahsil boyunca hatırından çıkaramadığı isimler ilkokul öğretmenleridir. Ortaokulda ve lisede pek çok öğretmenlerimiz olmuş bunların bazıları hafızamızdan silinmiştir. Bu bizim vefasızlığımızdan değildir. Bu tabiatın kuralıdır. Nedense ilkokul öğretmeninin yeri gönlümüzde ve hafızamızda ilelebet yerini koruyor. Hatta hatta İlkokul numaramız ve ilkokuldaki sınıf arkadaşlarımız bile aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen unutulmuyor.

***

Bu eğitim yuvasından pek çok sevgi ve saygı ile yâd ettiğimiz öğretmenlerimiz gelip de geçti. Bunlardan rahmetli Muhlis Öztürk, rahmetli Zihni Dündar, rahmetli Fazlı Cavlu, rahmetli Nihat Seçkin, emekli okul müdürü Fethi Okyar, öğretmenler Yakup Özdemir, Kadir Şerbet, Miyase Yılayaz Ahmet Yıldırım, Refika hanım, Vehbi Keke, Turgut Büyüksökmen, gibi pek çok saygıdeğer ve muhterem öğretmenlerimiz gelip de geçti. Bu değerli eğitim ordusunun eğitimi sonucu memlekete ne hâkimler ne savcılar ne doktor, ne mühendisler, ne öğretmenler ne ilim adamları ne şair ve yazarlar yetişti.

Ulu önder Atatürk'ün bizlere armağan ettiği gurur abidemiz bu okulun ilelebet eğitim ve öğretim gibi hizmetlerini sürdürmesi bizleri mutlu ve mesut edecektir.

***

Bu okulun halen Müdürlüğünü yapmakta olan değerli eğitimcimiz Ahmet Uğraş’da azimle şevkle bu hizmeti yürüttüğü ve bu okulun başarısını daha ilerilere taşıyacağına olan inancımızda tamdır.

Bu şehrin bu eğitim kurumuna, bu kurumun her ferdine minnet ve şükran borcu vardır. Bizde burada hayatta olanlara saygılarımızı iletiyor, vefat edenleri rahmetle, şükranla anıyoruz.

***///***

Mehmet Şükrü Baş///17 Eylül 2008///Elazığ Nurhak Gazetesi

1 Eylül 2011 Perşembe

ON ÜÇ ŞEHİT GÖRÜŞÜNÜZE HAZIRDIR KOMUTANIM!...

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

Mehmet_Sukru_bas@mynet.com

ON ÜÇ ŞEHİT GÖRÜŞÜNÜZE HAZIRDIR KOMUTANIM!

14 Temmuz 2011 günü Diyarbakır Silvan kırsalında hain bir saldırı sonucu 13 askerimiz şahadet şerbetini içti. Bu olay karşısında millet olarak çok üzüldük. Peki, üzülmekten başka ne yaptık?

Ne yaptığımızı Ekim 2008 tarihinde verdiğimiz 16 şehidimiz için 06 Ekim 2008 tarihinde aynı duygularla kaleme aldığım bir yazıyı okumanız yeterlidir sanıyorum.

İşte o yazı:

ON ALTI ŞEHİT GÖRÜŞÜNÜZE HAZIRDIR KOMUTANIM!...

- Astsubay Çavuş Hasan Önal (Eskişehir)

- Uzman Çavuş Cahit Yıldırım (Erzurum)

- Uzman Çavuş Selçuk Can (Osmaniye)

- Uzman Çavuş Hasan Aygör (Kırıkkale)

- Uzman Çavuş Onur Ilgın (Adana)

- Uzman Onbaşı Bahattin Erturhan (Sivas)

- Uzman Onbaşı Rasim Eser (Mersin)

- Çavuş İlhan Küçüksolak (Kocaeli)

- Onbaşı Muhammet Aydemir (Artvin)

- Er Hakkı Aran (Diyarbakır)

- Er Davut İlbaş (Siirt)

- Oktay Karakelle (Bayburt)

- Er Çağlar Mengü (İstanbul)

- Er Ramazan Yeşil (Antalya)

- Er Halil İbrahim Arılık (Denizli)

- …………

“Al bayrağa sarılı tabutlar içerisinde 16 kınalı kuzumuzun, 16 göz bebeği yavrumuzun, 16 Ocak umudumuzun körpecik bedenleri, sıcacık cesetleri görüşünüze hazırdır komutanım!”

***

Bu tekmili dün bütün Türkiye Başkomutanına verdi, Başbakanına verdi, Genel Kurmay Başkanına, İç İşleri, Dış İşleri Bakanlarına verdi. Milli Savunma Bakanlığına, Jandarma Genel Komutanlığına verdi. Hayatının daha ilkbaharında kara toprağa verdiğimiz 16 kınalı kuzuların vebalinden, ülkenin birlik ve dirliğinden sorumlu olanlara verdi ve onlara dedi ki!

Yeter, yeter artık!...

Ne olacaksa olsun artık.

Daha neyi bekliyorsunuz?

Bıçağın kemiğe dayanmasını mı?

Oysa bıçak kemiğe çoktan dayandı. Kemiği geçti, gövdemize saplandı, bağrımıza saplandı.

***

Siyasi desteğini AB’nin, silah ve mühimmat desteğini ABD’nin, finoluğunu ve figüranlığını çapulcu başı Barzani’nin yaptığı şer ittifakının ihanetleri durdurulsun, dost düşman ayırımı yapılsın artık.

Yan gelip yatılmasın artık.

Böyle bir olay dünyanın hangi ülkesinde olsaydı o ülke bu gün ya savaşa girmiş veya seferberlik ilan etmişti.

Veya o ülkede, ülke yönetiminde bulunanlar askeri ile sivili ile çoktan istifalarını vermişti.

Bizde böyle bir olasılık var mı?

Yok!

Mutat söylemlerle işi götürme alışkanlığımız, “kanları yerde kalmayacak” söylemlerimiz, başsağlığı gezilerimiz bütün hızıyla devam ediyor.

Oysa ateşin düştüğü yerde alevler çoktan yükseldi. Dumanlar arş-ı Alaya çıkıyor. Bu yangını artık Fırat’ın azgın suları da söndüremiyor.

Kaldı ki hain belli, ihanet belli, yer belli, mekân belli.

Tetiği çeken kahpe, sırtını sıvazlayan el belli,

Daha neyi bekliyoruz?

Bıçağın gövdemize girmesini mi?

***///***

Mehmet Şükrü Baş 18 Ekim 20011

SÖMÜRÜ DÜZENİ VE KUL HAKKI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

SÖMÜRÜ DÜZENİ VE KUL HAKKI

Yazıma başlarken üzerinde kul hakkı olmayan veya olmadığına inanan esnafımı, işverenimi tenzih ederek başlamanın da bir hak olduğuna inanıyorum. Zira kul hakkı arasında “iftira” da vardır. Bu yüzden muhatabım onlar değildir.

Dinimizde kul hakkının çok önemli bir yeri vardır. Peygamber Efendimiz üzerinde kul hakkı bulunan bir kişinin cenaze namazını dahi kılmamıştır. Cemaat tarafından mevtanın borcu ödendikten sonra namazını kıldırmış ve cemaate şöyle bir nasihatte bulunmuştur: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, bir insan Allah yolunda üç defa şehit olsa bile üzerindeki kul hakkı ödenmedikçe cennetteki makamına erişemez.”

Yüce Peygamberimizin bu hassasiyetine İslam ulemasınca da aynen itaat edilmiş ve bu ulemalar da; “Sakın kimseyi şu veya bu bahanelerle aldatarak haklarını almaya kalkmayın; mallarını üzerinize geçirmeye yönelmeyin. Şayet geçmişte üzerinizde kul hakkı kalmışsa, sahibiyle mutlaka helalleşin. Hayatta değilse mirasçısına ödeme yapın. O da mümkün değilse, hak sahibi adına bir yoksula hizmete verin. Çünkü kul hakkıyla giden insanın ruhu askıda kalır ve hak sahiplerine hakları ödeninceye kadar askıdan kurtulamaz. Hatta bu kul, şehit bile olsa.”

Bizler böylesine mübarek bir Nebinin ümmeti ve böylesine mübarek bir dinin mensubu olarak etrafımıza dönüp baktığımızda nice nice kul haklarının göz göre göre ihlal edildiğini, paranın maddiyatın bu ihlalleri yalanlarla da bezeyip geçerli kıldığını üzülerek görmekteyiz.

***

İlimizde pek çok işyerinde asgari ücretin çok altında çalıştırılan 18 yaş üstü evlatlarımızın alın terlerinin açıkça sömürüldüğünü, emeklerinin çalındığını görmemek hiç de zor değildir. Gidiniz, geziniz ve sorunuz. İşyerlerimizin çoğunluğu bu kategori içerisindedir. İşçilerinin sigortasını dahi yatırmamakta, kaçak işçi olarak bu yavrularımızı çalıştırmakta onların alın teri sömürülmektedir.

Şimdi sevgili okurlarım sizlere soruyorum. Bu insanların toplumumuzdaki yeri nedir?

Kimilerine göre işveren, kimilerine göre patron, kimilerine göre işyeri mağaza sahibi olabilirler; ama kusura bakmasınlar bana göre bunlar birer hırsızdan başka hiçbir şey değillerdir. Ve bu insanlar inançları olarak Müslüman olsalar bile bir inanç sömürücüsünden başka bir şey değillerdir.

Yüce Peygamberimiz “İşçilerinizin ücretlerini alın terleri kurumadan ödeyiniz.” demesine rağmen bunlar işçilerinin maaşlarını haftalar, hatta aylar boyu geciktirmektedirler. Bu da yetmezmiş gibi işçilerini kanunlarımıza göre sekiz saat çalıştırmaları gerekirken l2 – 14 saat bile çalıştırmaktadırlar. Bu işçilerin hiçbir güvenlik durumları yoktur. SSK’ya primleri yatırılmamaktadır. Sağlık sigortaları yoktur. Ne acıdır ki haklarını arayacak bir mercilerde yoktur. Bu patronlar insanlık üstü bir konumda işveren kimliği, patron kimliği ile etrafına caka satmaktadırlar. İnsanı kahreden de, üzen de budur. Utanılacak hallerine kasılıp duruyorlar.

***

Kanunlardan kaçmak cezai müeyyidelerden kurtulmak içinde hileyi şerre başvurup girdi çıktı ile hem kanunları hem de insanlarımızı kandırmakta aleni hırsızlık yapmaktadırlar.

Ve bunlar insanların alın terini, emeğini, geleceğini utanmadan çalıp çırpıyorlar. Yazık!

İşin bir başka acı tarafı da bunları denetleyen bir kurumun mevcut olmamasıdır. Bu yazıma itibar edip bu işi inceleme zahmetine katlanacak kurum ve kişiler (ki varsa) bu acı tabloyu rahatlıkla ve kolaylıkla tespit edebilirler.

Bu husus toplumumuzda kanayan bir yaradır.

Tedavisinde vicdan, vatandaşlık görevi ve Allah korkusu olan bir hastalıktır.

Peki, bu hastalığın hekimi kimdir?

Vicdan mı?

Allah korkusu mu?

Yoksa yasalar mı?

Ve bu yasaları uygulamaktan sorumlu kişiler mi?

Onlarsa, onlarda o yürek nerede, o vazife aşkı nerede; dahası sorumluluk duyguları nerede?

Bu sualleri ne kadar uzatırsanız uzatınız cevabını bulamazsınız. Çünkü yasalar işletilmiyor. Çünkü kuldan utanma, Allah’tan korkmaları yok. Çünkü vicdanlarda rahatsızlık yok. Bir de yasalardaki boşluklar ile bunları denetlemekten sorumlu kişilerin sorumsuzlukları da eklenince…

Yaşasın sömürü düzeni!

Yaşasın din iman bezirgânlığı!

***///***

Mehmet Şükrü Baş 11 Temmuz 2011

BU ÜLKENİN İŞVERENLERİ

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

mehmetsukrubas.blogspot.com

BU ÜLKENİN İŞVERENLERİ

Yazıma “Sözüm meclisten dışarı” diyerek ve dahi namusuyla bu ülkenin kalkınmasına katkı sağlayan yanında çalıştırdığı işçilerin alın teri kurumadan ücretini veren o işçisinin sigortasını yatıran, çoluk çocuğunun nafakasını sağlayan eli öpülesi müteşebbislerimi, işverenlerimi, tenzih ederek başlarsam hakkı sahibine teslim etmiş olurum kanaatindeyim.

Bir ülkenin, bir şehrin, bir yörenin kalkınmasında temel taşlarıdır işverenlerimiz. Bu ülke onların verdikleri vergi ile kalkınmakta ülke insanı onların kurdukları işyerlerinde karınlarını doyurmaktadır.

Bu nedenle onların yaptıkları ecirleri yüksek olan hayırlı işlerdir. Onları saygıyla selamlıyor ve onlardan Allah razı olsun diyorum.

***

Her meslekte olduğu gibi bunların içerisinde de bazı ayrık otları vardır ki, bunların Allah’tan korkuları, kuldan utanmaları yoktur. Bunlar mesleğin yüz karaları, ulusal hırsızlardır. Bunlar çalandır, çırpandır, işçisini kandıran elindeki ekmeğini alandır.

Bunlar işveren kisvesi altında devletten teşvik alan, devlete beş kuruş vergi vermemek için gerdan kıran bel kıvırtanlardır. Bunlar bin bir türlü hileyi şerre başvuranlardır. Bunlar işçisinin emeğini ve alın terini gasp eden hırsızlardır. Bunlar Nebi’ler Nebi’si peygamberimizin “İşçinizin alın teri kurumadan ücretini ödeyiniz” emirlerine muhalif eden uzattığı kirli sakalla elindeki doksan dokuzlukla cehennemde yerleri hazır insanlardır. Bunlar bu ülkenin yüz karalarıdır.

***

* Bir genç düşününüz özürlüdür, evli barklıdır, bir işyerinde asgari ücretle çalışmaktadır. Senenin birkaç ayında maaş bile alamamaktadır sırf çoluk çocuğunun sigortası uğruna bu sefalete katlanır. Aç kalır, susuz kalır çocuğunun defterini, kitabını alamaz kirasını ödeyemez yine sesi soluğu çıkmaz katlanır bu sefalete. Nihayetinde on seneyi aşkın hizmeti olur ve bir gün “paydos” denilerek kapı önüne konulur.

Sigortası bile kesilir. Kendiside, aile bireyleri de sağlık hizmetinden yararlanamazlar.

Tazminatını ister vermezler,

İçerideki almadığı maaşlarını ister vermezler bu gibi şerefsizler…

Kimdir bunlar?...

Her hangi bir şehirde bir şehirde İş veren!...

Bırakınız canım bunun neresi işveren?..

***

* Genç bir kız düşününüz her gün on iki saat özel bir işyerinde çalışır. Geleceğini kurtarmayı düşler. İleriye dönük hayaller kurar, çeyizini dizer. Ha bugün ha yarın denilerek sigortasının yatırılmasını bekler o genç kız. Bin bir türlü bahanelerle, yakası açılmamış yalanlarla bir türlü yatırılmaz sigortası ve on yılı aşkın bir hizmet sonucunda bir gün kendisini kapı önünde bulur.

Sigortası yoktur, tazminatı yoktur, geleceği çalınmıştır, umudu çalınmıştır o genç kızın, o zavallının.

Bunun neresinde ticari ahlak vardır. Bunu yapan nasıl işverendir?. Daha da ötesinde bir genç kızın hayallerini, umutlarını çalan, geleceğini karartan bu kişi nasıl insan, nasıl Müslüman’dır?....

***

* Bir işçi düşününüz beş altı seneyi aşkın bir süre asgari ücretle günde on- on iki saat özel bir işyerinde çalışır. Çoluk çocuk sahibidir. Bir gün önünde bir fırsat doğar bir işyerinde kendisine dolgun maaşla bir teklif gelir. İşçi keyfiyeti işverenine anlatır işverenin cevabı “Elbette”dir “Biz senden memnunuz sen dürüst ve çalışkan bir elamanımızdın der patronu, çekmecesini açar “Sana bin lirada harçlık vereyim ne olur ne olmaz der” birde bir kâğıt imzalatır garibana. Böylelikle işçisinin beş altı senelik tazminatı güme gider.

Sizce bu yapılanın adı ne olsa gerek?...

Bu gibi sahtekarlara “İşveren” denilebilir mi?...

***

Bunlara işveren mi dersiniz yoksa başka bir şey mi dersiniz ne derseniz deyiniz yazılanlar günümüzün gerçekleridir. Bu gibi mağduriyete duçar olanlar ise elinde lokması alınan garibanlardır. Ne yazık ki bu garibanların hakkını arayacak bir makam, kendilerini kurtaracak bir yasaları da yoktur. Bunlar böyle bir makamı arasalar da maalesef bulamayacaklardır. Çünkü “Garip gureba” sözcüğü lafta kalan bir ifadedir. Çünkü bay mevzuatımızda bu şerefsizlerin yanında, onların hizmetindedir. Şikâyet etsen tutturamaz, mahkemeye versen kazanamazsın. Hırsızlığın, namussuzluğun belgesi varmış gibi belge isterler, şahit isterler, delil isterler.

***

Ben bir kere daha asil ve onurlu esnaflarımızı, dürüst işverenlerimizi tenzih ediyorum. Keşke onların içinde böyle ayrık otları olmasaydı diyorum. Onların içerisindeki bu gibi ayrık otlar onlara da zarar vermekte itibarlarını zedelemektedir. Çünkü bunlar Allah adını kullanarak hırsızlık yapan, Allah adını kullanarak insanları kandıran Allah ve peygamber düşmanlarıdır.

Çünkü bunlar Allah’tan korkmayan kuldan utanmayanlardır.

Çünkü bunlar fakir fukaranın alın terini çalan, onların lokmasını elinden alan, yalancılıkta, sahtekârlıkta uzman kişilerdir. Allah kimseyi bunlar gibi onursuz yapmasın.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 30 Haziran 2011

19 MAYIS

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

19 MAYIS –II-


Ulu Önder Mustafa Kemal'in Dokuzuncu Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıktığı tarih olan 19 Mayıs 1919 günü müttefik işgal orduları namına hareket eden İngiltere'nin Karadeniz Ordusu kumandanı General Milen, Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya bir mektup gönderir. Mektupta şöyle denilmektedir.

" Devletlû Efendim Hazretleri,

Dokuzuncu Ordunun bir teşkilat icabı olarak lağvedildiği anlaşılmış iken Dokuzuncu Ordu'dan bir müfettişin bu orduya mensup bir heyeti ile Sivas'a gitmeleri hayretimize mucip olmuştur. Bu konuda bilgilendirilmemiz gerekmektedir. Bu hususta kendimi sorumlu gördüğümden bu heyetin Sivas'a ne maksatla gittiklerinin bildirilmesi istirham ederim. (Türkçeleştirilmiş şekli ile yazılmıştır)

Bu sorunun yani Ulu Önder Atatürk'ün bu tarihte Sivas'a neden gittiğinin cevabı bu günün resmi bayram statüsüne alınarak her yıl gururla kutladığımız 19 Mayıs bayramlarında verilmektedir.

Tarih l9 Mayıs 2006 yüce Türk milleti istiklaline hürriyetine demokrasisine kavuşturulmasını milli bayram olarak, Türk gençliği olarak, erkeği ile kızı ile genci, yaşlısı ile gönül rahatlığında gururla kutlamaktadır. Ulu Önder Atatürk'ün Samsun'a çıkışını ve orada Hürriyet ve istiklal meşalesini yaktığı o gün Türk'e pranga vurmaya kalkışan gafillerin gün geldiğinde hezimete uğrayacaklarının bir işaretidir.

İngiliz generalindeki ileri görüşlük hakikaten takdire şayandır. General o tarihte Mustafa Kemal'in dehasını, kafasındaki ideali ve ufkunu öylesine kuvvetli bir şekilde tahmin edebilmiş ki tarih bu gün kendisini ve endişesini haklı çıkarmıştır. Bu tedirginlik korkulan adam daha yolda iken yani Atatürk'ten duyulan bir korkunun önsezisiydi.

Ah ne olurdu O yüce İnsanı o Ulu Önder'i bizlerde tam olarak tanıyabilsek bizlerde anlayabilseydik. Onun ilke ve inkılâplarına sarılabilsek onun gösterdiği hedeflere doğru koşabilseydik.

Ve bu gün bizler o büyük Türk'ün gençliği ile birlikte onun bizlere emanet ettiği bir bayramı kutluyoruz. Bu bayram vesilesi ile gönlümde her zaman tertemiz sayfaları ile hazır bulunan özel defterime, yüreğime şunları yazıyorum.

" Ey ulu Önderim, ey en büyük liderim, ey benim Başöğretmenim. Bizlere bıraktığın miras emin ellerdedir. Şanlı ordun Serhat boylarındaki nöbetinde, memurun, köylün, emeklin, polisin, hâkimin, savcın, valin, kaymakamın ülkenin hizmetindedir. Yeni nesilleri emanet ettiğiniz öğretmenlerin hepsinin yüreğinde işaret buyurduğunuz ilkeler ve inkılâplarla sınıflarda yeni yeni Atatürkçü nesiller yetiştirmektedirler.

Ey Ulu Önderim. Siz o gün Samsun'a çıkmakla bizlere Hürriyeti, İstiklali ve Demokrasiyi armağan ettiniz.

Siz o gün gaflet ihanet ve delalete dur dediniz. Siz o gün Türk'ün hürriyetine istiklaline gem vurulamayacağını bütün bir dünyaya ilan ettiniz.

Ya siz olmasaydınız Atam ya siz olmasaydınız? Şair ve eğitimci dostum Sayın Dursun Elmas'ın, o nefis şiirindeki gibi…

Haçlı ruhu delirmişti

Koca çınar devrilmişti.

Bu yurt bile verilmişti,

Atatürk'üm olmasaydı.

Saldırmıştı koca düşman

Seyrindeydi bütün cihan.

Teslimdeydi Anavatan

Atatürk'üm olmasıydı.

Kahpe düşman gitmiyordu,

Zulüm bitmek bilmiyordu.

Ocağımız tütmüyordu

Atatürk'üm olmasaydı.

Silinmişti kimliğimiz,

Bozulmuştu birliğimiz.

Yok, olmuştu dirliğimiz

Atatürk'üm olmasaydı.

Bugünlere gelemezdik

Okul nedir bilemezdik.

Kitap yüzü göremezdik

Atatürk'üm olmasıydı.

Bayrak olmazdı gönderde

Çan çalardı minarede.

Baykuş öterdi camide

Atatürk'üm olmasaydı.

Yetmiş milyon Türk milleti NE MUTLU TÜRKMÜM DİYENE diyerek dosta güven, düşmana korku salmakta, tek yürek, tek ülkü içerisinde bıraktığın emanetlere sahip çıkmaktadırlar.

Siz ulu Önderim Ay Yıldızlı Bayrağımın altında o muhteşem ebedi istirahatgahınızda rahat uyuyun. Bizler sizin ve eserlerinizin bekçisiyiz.

Bayramımız kutlu olsun.

***

mehmet Şükrü Baş 20 Mayıs 2011

(*) Cemal Kutay Türkiye İ. ve H.Mücadeleleri Tarihi Cilt: 18 Sahife 10807

***