30 Aralık 2010 Perşembe

BİR "ELVEDA" DİYEBİLSEM

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BİR ‘ELVEDA’ DİYEBİLSEM

Ne zaman?..Kime ve niye yazdığımı hatırlamadığım “KAN” başlıklı şiirimde diyorum ki!...

Çok mu zordu? Bir elveda demek,

Hani bir kahvenin hatırı vardı.?

Dönüp baksaydın, elbet görürdün,

Gözümde akan, yaş değil kandı.

Sanki 2010 yılına yazılmış bir şiir gibi. Acısıyla tatlısıyla son gününü yaşadığımız 2010 yılı bize dönüp baksaydı arkasından döktüğümüz gözyaşlarının yaştan öteye kan olduğunu görecekti. Ömür güzergâhımızda geride bıraktığımız en karanlık, en acı, en umutsuz bir sene olduğunu görecekti. Nitekim türkülerimizdeki sözler gibi:

Sene gardaş sene ille bu sene

Gide de gelmeye bu zalim sene.

Dedirtmeyecekti. Ama dedirtti. Biz bu sene için “Gide de gelmeye” dedik. Çünkü içimizi karartan böyle bir seneye ömür güzergâhımızda şahit olmadık. Biz bu sene yalana, talana, dolana şahit olduk. Biz bu sene yoksulluğa sefalete şahit olduk. Buna rağmen hakkımıza razı olduk. En acısı, en vahimi BİZ BU SENE BÖLÜNMENİN EŞİĞİNE GELDİK, İHANETE ŞAHİT OLDUK.

Biz bu sene gaflet ve dalalet içerisinde olduk.

İstisnansalar kaideyi bozmasa da biz bu sene Siyasetçisiyle, eğitimcisi, tarihçisi, hukukçusu ile yazarı ve çizeri ile uyutulduk. Aydın dediğimiz aydıncıklar, prof dediğimiz poflar, sanatçı dediğimiz soytarılar, gazeteci dediğimiz palyaçolar bizleri binlerce yıllık kimliğimizden etmeye kalktılar.

Alt kimlik üst kimlik dediler.

Şeş dediler, beş dediler.

En vahimi, en tehlikelisi, en çirkini iki dil dediler.

Türk dediler, Kürt dediler, Alevi dediler, Sünni dediler adeta bu milleti parçalara böldüler.

Daha ileri gidip “Ülkenin eyaletlere bölünme zamanı geldi” dediler.

Daha da ileri gidip ‘Özerklik’ dediler.

Daha daha ileri gidip Urfalının, Mardinlinin, Diyarbakırlının, Vanlının, Anteplinin Maraşlının, Edirnelinin İzmirlinin mübarek kanları ile renklenmiş mübarek bayrağımızın yanına paçavradan bir bayrak istediler.

***

Açılım politikası içerisinde nereye gittiğini tam olarak bilmeyen hükümetimiz bütün bunlara suskun kaldı. Görmedi, duymadı, aldırmadı. Üstelik Kandil’den gelenleri aklandırmak için Cumhuriyetimizin teminatları hâkim ve savcılarımızı onların ayağına gönderdi. İlle ki onlara “Biz masumuz” dedirttiler oysaki onların tırnak aralarında şehitlerimin mübarek kanları duruyordu bu kanı bile görmediler. Bu tablodan cesaret alanlar iyice gemi azıya aldılar. Yollara tuzak kurup mayın döşediler..

Dağdan şehre indiler, Serapları yakıp, Sude’leri ağlattılar.

Bize bir günde on bir şehidin acısını yaşattılar.

Avrupa Birliği uğruna kapılarında beklediğimiz sahte dostlarımız ile bölücüler el ele verdiler. Türkün örf ve ananesini, birliğini, dirliğini bozmak istediler. Mehmetçiğimin dağlara taşlara tırnakları ile kazıdığı “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özdeyişini oradan “Andımızı” kitaplardan silmek istediler.

İçimiz karardı.

***

2010 yılını kim nasıl değerlendirirse değerlendirsin. Ben bu seneden utanç duyuyorum.

Otuz bir vatan evladının katlinden sorumlu İmralı canisinin adam yerine konulmasından utanıyorum.

Okyanuslar ötesi alınan icazetlerden, bölücülere verilen tavizden utanıyorum.

Birer Türk düşmanı olduğu tescillenen bazı devlet ve siyaset adamlarının ayakları altına serilen kırmızı halıdan utanıyorum.

Bu oluşumların elindeki çakaralmaz tüfekle yedi düvele karşı koyan Çanakkale ruhunu zedelediğine inanıyorum. Böyle bir sene için “gide de gelmeye” diyorum. Ve ben bu seneye “Elveda” demek isterken ne yazık ki gelecek sene için de içimde hiçbir ümit besleyemiyorum.

Ben icazetlerle yönetilen bir millet olmak istemiyorum.

Ayakta duran bir adalet, yarınlarıma güvenle bakacak, beni, ailemi milletimi bayrak ve sancağımı koruyacak bir anayasa istiyorum.

Bunun içinde “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyebilen güçlü bir iktidar güçlü bir devlet istiyorum.

Rahmetli Osman Bölükbaşı derdi ki!...

BAŞ OLANLAR ÖVÜNMESİN,

NE GELİRSE BAŞA GELİR,

DİZ DÜŞERSE TOPRAK ÜSTE,

BAŞ DÜŞERSE TAŞA GELİR.

Başlarınızın öne düşmemesi umuduyla sevgili okurlarım yeni yılın size ve ülkemize sağlık ve esenlikler getirmesini niyaz ediyorum. Rabbim ülkemi ve ülkemi sevenleri korur inşallah…

***///***

31 Aralık 2010 tarihli Malatya Hâkimiyet Gazetesi ile aynı tarihli Elazığ Nurhak Gazetesinde yayınlanmıştır. M.Ş. Baş

28 Aralık 2010 Salı

SARIKAMIŞ





















































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

Mehmet_sukru_bas@mynet.com

SARIKAMIŞ

Gazi dedem Lotoğlu Yakup Ağa'ya
***

Dedem anlatıyordu, ak saçlı gazi dedem,
Sarıkamış'ta gazi, Rusya'da esir dedem.

*
Derdi – ‘Oğul Sarıkamış neredir bilir misin?’
Ölüm kalım savaşı nicedir bilir misin?
*
Yıl bin dokuz yüz on dört, yirmi iki Aralık,
Sırtımızda bir yazlık, ayağımızda çarık.

*
Tahin yok, taam yok, ot bulsak ot yiyeceğiz.
Her dudakta bir tevhit inandık öleceğiz.
*
Yüz elli bin Mehmet, yüz elli bin çıplak nefer,
Karşıda Rus askeri, arkada Ermeniler.
*
Allahüekber Dağı, buzullarla kapalı,
Güneyde Dumanlı dağ, pare pare dumanlı.

*
Acımasız bir kış bu, dünya dondu donacak,
Ne bilsin Mehmet, bu yer ona, mezar olacak.

*

Kelime-i Şahadet dudaklarda son hece

Akıl dondu, fikir dondu, bu nasıl bir gece?

*
O gece sabaha kadar kar, yağdı da yağdı.
Yüz elli bin Mehmet'ten kırk bini ancak sağdı.

*

Sabah ezanı o gün, bir Harputlu okudu

Tabiat ilmik ilmik kardan kefen dokudu

*

Kalanlarda sakattı, yarım adam oldular,
Onlar ki bölük bölük, Rus'a esir oldular.
*
Kangren olmuştu dizim, daha sonra kestiler,
Götürdüler Rusya'ya, orda esir ettiler.

*
İşte o zaman dedim 'Keşke ben de ölseydim.'
Bunca yıl esareti, yaşayıp görmeseydim.
*
Bağlayıp da bizleri bir kampa götürdüler,
Kahpe Rus seyreyledi, Ermeniler dövdüler.
*
Ne olurdu o gün Mustafa Kemal olaydı,
Her halükârda Atam vatanı kurtaraydı.

*
Boş yere demediler oğul, ona Atatürk,
O büyük asker, o bir dahi, o en büyük Türk

***///***

Not: Bu şiir gördüğüm lüzum üzerine pek çok gazete ve dergilerde yayınlandıktan sonra bu halini almıştır.

Yaptığım değişiklikten ötürü okurlarımdan özür dilerim.

Mehmet Şükrü Baş-Elazığ

26 Aralık 2010 Pazar

ATATÜRK ANKARA'DA























































































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

ATATÜRK ANKARA’DA

Bazı tarihler vardır ki tarihlere yön verir,

Bazı tarihler de tarihe adını verirler.

Türk’ün tarihindeki şanlı sayfalara bir göz attığımızda 1071 tarihi, 1453 tarihi, 1919 tarihi ve 1923 tarihi bunlardan bazılarıdır. Çünkü Türk tarihi sayılmayacak kadar şan ve şerefle dolu sayfalardan meydana gelir.

Bunlardan biriside Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu genç Türkiye Cumhuriyetine başkent yaptığı Ankara’ya gelişidir.

İsterseniz o günlere dönelim!....

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda yurdumuz yenik sayıldı. Düşmanlar dört bir yandan vatanımıza saldırdılar. Sevr Antlaşmasına göre yurdumuzun düşmanlar tarafından bölünmesi kararlaştırıldı.

Urfa, Antep, Maraş, Adana, Antalya ve Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul işgal edildi. Yunanlılar, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e girdiler.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın en iyi Ankara’dan yönetileceği inancındaydı. Yurdumuzun tam ortasında ve cephelere de eşit uzaklıktaydı. Tüm illerde haberleşme ve ulaşım olanağı yoktu. Bu düşüncelerle Atatürk ve Temsil Heyetinin üyeleri 27 Aralık 1919’da saat 14.00’de Dikmen sırtlarından Ankara’ya geldi.

Ve bugün yani 27 Aralık 2010, yani 91 yıl sonra;

***

Atatürk bugün de Dumlupınar’da bindiği kır atının üzerindeydi. Yine Dikmen sırtlarından Ankara’ya o müthiş azametiyle girmek üzeriydi. Birden önünde bir kalabalık oluştu. Ata’nın yolunu kesen bu kalabalık atanın durmasını işaret etti. Atatürk milletine verdiği öneme binaen atını durdurdu ve kalabalığa hitaben “Siz kimlersiniz?” dedi.

Kalabalığın ön tarafından l6–17 yaşlarında bir genç ileri çıktı Atayı başıyla ve saygıyla selamladı. “Biz sizin Çanakkale’de bize ‘Ben sizlere ölmeyi emrediyorum.’ dediğiniz gençleriz.” cevabını verdi.

Atatürk’ün gözleri doldu. Hakikaten bu gençlere o emri vermiş; emri alan gençler, bu emre itaat ederek vatan için, bayrak için, namus için, hürriyet için canlarını veren kınalı kuzulardı ve bugün Ankara’yı bir dünya başkenti yapan o isimsiz kahramanlardı, gencecik yaşında şahadet şerbetini içen 253 bin onurlu, şerefli ve mübarek şehitlerdi.

Atatürk onlara hitaben “ Benden ne istiyorsunuz?” dedi. Aynı genç “Ankara’ya girmeyiniz atam.” dedi. “Bu Ankara sizin bıraktığınız Ankara değil. Bu Ankara’da bir takım insanlar size ve bizlere saygısızlık yapıyorlar. Uğruna can verdiğimiz mukaddesatımızdan tavizler veriyorlar, huzurunuzda ayakta durmayı boş işler kabul ediyorlar, ilke ve inkılâplarınıza sahip çıkmıyorlar.” Tam burada gencin dudakları titredi, ağlamak üzereydi. Sözlerine devam etti: “Sizin resimlerinizin dahi üzerlerinin örtülmesini, heykellerinizin kaldırılmasını istiyorlar.” dedi ve titreyen sesiyle devam etti konuşmasına:

* "10 Kasım'da yaygara kopartıldı." diyorlar.

* "Elhamdülillah şeriatçıyız." diyorlar

* "Ata'ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok." diyorlar.

* "Laik değilim, laikliği korumakla yükümlüyüm." diyorlar.

* ”Mahkemenin türbanla ilgili söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır." diyorlar.

* "Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek! " diyorlar.

* “Bazı gaflet ve dalalet içerisinde olanlar ‘Atatürk on kişiyi idare edemezdi’ derken bazı kendini bilmez, tarihini bilmez gafillerde rengini şehitlerimizi mübarek kanlarından alan şanlı bayrağımızın yanına paçavradan bir bayrak daha istiyorlar.

***

Atatürk bu söylenenleri büyük bir hüzünle dinledi. Altındaki kır at da bu söylenenleri anlamış gibi huysuzlanıyor, Dumlupınar’a doğru şaha kalkmak istiyordu. Bu Atatürk ki bu kınalı kuzularıyla yedi düvele karşı koymuş, hasta adam konumundaki bir ülkeyi, yabancılar tarafından paylaşılmakta olan bir ülkeyi bir Çanakkale ruhuyla kurtarmış; Türk’ün azametini, Çanakkale’nin geçilmezliğini bir dünyaya ispat etmişti.

***

Gençlere hitaben” Siz kaç kişisiniz?” diye bir sual sordu.

Öndeki genç “253 bin Çanakkale şehidiyiz. Daha arkamızda Sakarya şehitleri, Dumlupınar şehitleri, Sarıkamış şehitleri geliyor.” dedi.

***

Atatürk atından indi, şehidinin gözlerinden öptü. Gözlerinden birkaç damla yaş yanaklarında süzülürken “Merak etme çocuk” dedi. “Merak etme”, şehitlerimin bana sahip olduğu bu ülkede her türlü olumsuzluklara rağmen elbette ki 72 milyon Türk evladı da bana sahip çıkacak ve benim yolumdan yürüyeceklerdir. Hiçbir güç ve hiç bir kuvvet buna engel olamayacaktır.” dedi.

***

Atatürk tekrar kır atına bindi. Şehitler ordusunun içinde adım atmak mümkün değildi. O mahşeri kalabalık arasında atını mahmuzladı ve o şehitler ordusuyla birlikte bir toz bulutu arasında gözden kayboldular.

Belli ki şehitler yurdu Çanakkale’ye gidiyorlardı.

Yollarının üzerinde vatan vardı, bayrak vardı şan vardı….

***///***

27 Aralık 2010 Malatya Hâkimiyet Gazetesi ile 28 Aralık 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetesinde yayınlanmıştır. Mehmet Şükrü Baş

23 Aralık 2010 Perşembe

1067 RAKIMLI " 0 " BAKIMLI BİR ŞEHİR






1067 RAKIMLI













ELZ. ATATÜRK ANITI






" 0 " BAKIMLI

BİR ŞEHİR










ELZ İSTASYON MEYDANI













ESKİ BELEDİYE BİNASI















ANITTAN GAZİ CADDESİNE BAKIŞ















G A R















GAZİ CADDESİNDE SABAH




MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com



1067 RAKIMLI “0” BAKIMLI BİR ŞEHİR

Biz bu şehrin evladıyız.

Biz bu şehrin havasını teneffüs ettik, sularında serinledik. Biz bu şehirde okuduk, bu şehirde torun torba sahibi olduk. Bizim bu şehirde dipdiri hatıralarımız, sevdiklerimize ait mezar taşlarımız var.

Bizim bu şehre borcumuz var.

Bu şehir bizim.

Biz bu şehrin iklimini soluduk, tozunu toprağını yuttuk.

Biz bu şehirde ülkemize ve milletimize hizmette bulunduk.

Ama hiçbir zaman ve hiçbir zeminde bu şehirle ilgili bu kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramadık.

Kimileri bu şehir için “Şöyledir, böyledir.” dese de inanın inanmadık.

***

Bu yüzden biz bu şehrin sorunlarını onlarca, yüzlerce yazdık.

Eskiden yazdığımız yazılar yetkililer tarafından okunur, gereği yapılmak üzere ilgili kuruma gönderilir, oradan gelen cevabi yazıyla konu bizlere aktarılırdı. Biz de aldığımız cevabi yazıyı okuyucularımızla paylaşır, onları bilgilendirirdik.

Gün geldi memleketin hiçbir sorunu ile ilgilenmeyen ilgililer yazılanlarla da ilgilenmediler. Biz yazdık, biz okuduk. İşte bu yazımız da ilgilileri ilgilendirmeyen, bizim yazıp da bizim okuduğumuz yazılardan birisidir ve bu yazımız Şair Eşref’in dediği gibi “numarasız gözlük” gibidir. “Ben bu yazının burasında varım.” diyenler alıp gözüne takabilir, kullanabilirler.

ELAZIĞ NEREYE GİDİYOR?

Elazığ rayından çıktı.

Elazığ yaşanılır şehir olmaktan çıktı.

Elazığ Gakkoşlar diyarı, kültürün, şiirin, edebiyatın başkenti olmaktan çıktı. Elazığ mertliğin otağı, yiğitlerin yatağı olmaktan çıktı.

Eşi emsali bulunmayan, Türkiye’nin en saygın şehri Elazığ’ı aldılar yerine başka bir şehir koydular.

Birazı Tunceli, birazı Bingöl, birazı Muş, birazı Diyarbakır, birazcığı da Elazığ olan bol karışımlı bir aşure yaptılar.

Atatürk’ün ismini verdiği bu şehir kimilerine göre Elaziz, kimilerine göre Elazık oldu. Bize göre de bu güzelim şehre çoook yazık oldu.

***

* Elazığ sahipsiz.

* Elazığ’da yatırım yok.

* Uluova, Kuzova ve Altınova gibi üç devasa ovaya sahip, dört bir yanı suyla çevrili Elazığ’da ziraat bitti, tarım yok, hayvancılık yok.

* Kahveler tıklım tıklım, aş yok, iş yok.

* Her gün onlarca işyeri kapanırken kılını kıpırdatan yok.

* Bacası tüten gözle görülür bir fabrikası yok.

* Caddeleri, sokakları tıklım tıklım dolu, nereye gittiği, niye gittiği belli olmayan üretimden uzak başıboş bir insan seli.

***

Gün geçtikçe Elazığ bir sorun yumağı haline geliyor. Teknolojinin altın çağını yaşadığı zamanımızda ne yazık ki şehrimizdeki trafik ışıkları bile hâla tam olarak yanmıyor.

Şehrin bazı yerleri sanki Elazığ değil.

Akıl tıkandı, trafik tıkandı,

Yol yok, yordam yok.

Kaldırım işgalleri kangren oldu önü alınamıyor. Belediye işgalcilere teslim olmuş vaziyette. Çalışanları bilmem kaç aydır maaş alamıyor.

Cadde üzerinde otobüs durağı, durakta bekleyen taksiler, işgal altında kaldırımlar. Duraklar otobüslere, kaldırım insanlara, cadde arabalara geçit vermiyor.

Kapalı çarşıya girilmiyor.

Zabıtalar kahvede okey oynuyor.

PTT önü yaz-boz tahtası yapılıyor, yıkılıyor. Boyacıdan seyyar satıcıdan geçilmiyor.

Emek taksi önü tam bir labirent. Kimseye söz söylenemiyor. Burası da Şehit İlhanlar Caddesi gibi oto kiralayanların denetim ve kontrolü altında.

Sanırsınız kurtarılmış bölge, hiç bir yasa uygulanmıyor.

Esnaf vatandaşa, vatandaş da esnafa güvenmiyor.

***

Bürokrasi tam anlamıyla tıkalı bir durumda, hizmet çarkı dönmüyor.

Özürlüler gününde özürlülerle ilgili binlerce vaadi sıralayan bürokrasimizde % 84 özür gurubundaki bir özürlünün 2022 sayılı yasayla ilgili bir işi vilayet binasında bile altı ayda sonuçlandırılamıyor.

Buda hizmet çarkının kırık olduğunu gösteriyor.

İstisnalar kaideyi bozmasa da bazı iş yerleri sigortasız işçi çalıştırıyor. İşten çıkardığı personelinin içeride kalan aylıklarını vermediği gibi tazminatını da ödemiyor. Denetim yok, kontrol yok. Sanki Köle İsaura’ların yaşadığı kölelik devri.

Resmi kurum ve kuruluşlarımızda ise “Bugün git, yarın gel.” geleneği devem ediyor.

Buna rağmen takdirname almayan, taltif edilmeyen, ödül verilmeyen kurum ve kuruluşlar yok gibi, hepsi ödüllük, hepsi takdirnamelik.

***

Bazı Elazığ sevdalısı gazeteci ve köşe yazarlarını tenzih etmekle birlikte ilimizde şakşakçı bir basın var. Olayların üzerine gitmeyen, görmeyen, yazmayan bir basın. “Bana değmeyen yılan bin yaşasın.” diyerek yılana bile dua eden bir basın. Kimilerinin kuyruğuna takılıp giden susturulmuş bir basın. Kalemini sadece göze girmek, sadece övebilmek için kullanan bir basın.

İşte bir zamanların efsane şehri Gakkoşlar diyarı Elazığ bu. Şimdi bana diyeceksiniz ki “Be hey arkadaş nedir bu kadar karamsarlık? Bu şehirde hiç mi iyi şeyler olmuyor?”

Dedik ya sözümüz meclisten dışarı. Oluyorsa da istisnalar kaideyi bozmuyor.

***

Malatya Malatya deyip duruyoruz. Malatya Büyükşehir oluyormuş. Niye olmasın ki?

Malatya eğitimi ile,

Sanayisi ve ticareti ile,

Milleti - vekili ve bürokratı ile,

Yapılanması ve kalkınması ile,

Üniversitesi ve basını ile ipi göğüslemiş bir şehir.

Malatya’yı kıskanmak yerine Malatya gibi olmamız gerekiyor. Onlar gibi seçmesini bilmemiz, onlar gibi siyaseti öğrenmemiz gerekiyor.

Önümüzde bir genel seçim var. Bu seçimde bize atama yoluyla, ısmarlama vekiller değil, bizi bizden iyi bilen, bu şehrin tozunda toprağında büyümüş, bu şehrin mekteplerinde okumuş, önünü görebilen, sorumluluğunu bilen, gelecek vaat eden genç ve dinamik vekiller gerekiyor.

Netice olarak kandırmacılara inanmayalım sevgili okurlarım. 1067 rakımlı “0” bakımlı, bol palavralı bu şehirde işler iyi gitmiyor.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 27 Kasım 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

22 Aralık 2010 Çarşamba

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZ YAŞLARI VE ...













Bu resmin unutulması insanlığın unutulmasıdır.
bakınız küvette Rum'ların katlettiği üç masum çocuk:
10 aylık Hakan - 4 yaşındaki Kutsi ve 6 yaşındaki murat
























































































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZ YAŞLARI

VE DÖRT GÜVERCİN, BEŞ SEVİNÇ

- 4 -

24 Aralık bizim için çok önemli, önemli olduğu kadar da çok hüzünlü bir hadisenin yıl dönümüdür. Bu edenle yıllar evvel kaleme aldığım bu yazıyı bu tarihin unutulmaması, her zaman diri ve zihinlerde tutulması için yeniden yazıyorum.

İşte o yazı:

“İnsanlık adına insanlıktan utanılacak kadar, dünyada eşi ve benzeri olmayan, dünya durdukça o hadiseden daha onursuz, daha haysiyetsiz, daha kişiliksiz bir olayın yaşanmayacağı bir hadisenin yıldönümü.

Yıl 1963!.... 24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece. Hıristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın doğum günü, yani Noel. Hıristiyanlar o gece, bu Noel’i kutlayacaklar; ama nasıl?

Noeller en iyi şekilde nasıl kutlanır?

Türkleri katletmekle,

Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden masum insanları kurşuna dizmekle, İşte o gün dünya durdukça hiçbir tarihin bu kadar onursuzca, bu kadar canavarca işlenmiş bir katliamı yazamayacağı bir katliam yapılıyor. Hiçbir insanın, hatta hatta hiçbir hayvanın yapamayacağı insanî ve merhamet duygularından uzak, hayâsızca ve alçakça bir katliam yapılıyor.

Bu katliamı, bu katliamı yaşayan bir sabır timsali insandan, bir doktor babadan, bir paşadan dinleyelim.

***

Tarih, 24 Aralık 2008.

Yer, Fırat Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi.

Protokol sırasında Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Elazığ Valisi Muammer Muşmal, Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Doğu Akdeniz Üniversitesi rektörü Ufuk Taneri, Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Harid Fedai, Prof.Dr. Ata Altun, Rektörümüz Feyzi Bingöl, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan ile Kıbrıs’tan ve diğer şehirlerimizden gelen çok değerli misafirler.

Sahnede bir sabır abidesi, “Çocuklarımın yaralarını saramadım.” diyen bir cerrah, bağrı yanık bir baba ve bir asker, bir emekli paşa, Tuğgeneral Nihat İlhan.

Nihat İlhan salonu dolduran Elazığlılara hitap ederken o koca salonda çıt çıkmıyordu. Nihat İlhan anlatıyor, anlattıkça o acı günleri yeniden yaşar gibi oluyordu. Bir ara dudakları titredi. Kelimeler boğazında düğümlendi ve o güngörmüş, savaş görmüş, acı görmüş Paşa “Asker üşümez, asker acıkmaz, asker ağlamaz.” söylemine sadık kalmak içinde gözyaşlarını saklıyordu. Bir müddet titreşen cümlelerle sözlerine devam etmek istedi ise de daha fazla başarılı olamadı. Hiçbir zaman hiçbir güç karşısında yenilmeyen Nihat Paşa gözyaşlarına yenik düşüyor, ağlıyordu. Sadece o mu ağlıyordu? Dinleyenlerin yüzde yüzü ağlıyordu. Ben ağlıyordum, yanımdakiler ağlıyordu.

Salonda bayılanlar oluyordu.

Şayet ağlamayacaksanız Nihat Paşa’nın söylediklerine dönelim:

***

“Rumlar, Kıbrıs Türklerine karşı hunharca bir saldırı başlatmıştı. 24 Aralık akşamı Lefkoşe’nin batı kesimindeki evimizi de bastılar. Eşim Mürüvet Hanım, birisi daha altı aylık, diğeri dört, bir diğeri ise yedi yaşanda olan üç oğlunun pijamalarını giydirmiş, yatağı henüz açmıştı. Rumlar geldi… Mürüvet Hanım, kapının önündeki Rumca konuşmaları duyar duymaz, çocuklarını kaptığı gibi banyoya koştu. Oğullarını küvetin içine doldurdu; sarmaladı, bağrına bastı. O gece evde bulunan ev sahibi Hasan Efendi ile eşi Feride Nineyi tuvalete sakladı, kendisi de bir köşeye büzüldü. Feride”nin kız kardeşi beş aylık bebeği Işıl’la banyonun bir köşesine sığındı.

Evdekiler saklanmaya çalışırken kapı kırıldı, makineli tüfekler çalışmaya başladı. Rumlar çocuk, yaşlı, kadın demeden savunmasız körpecik bedenlere otomatik silahlarla ateş ettiler. Eşim üç çocuğumu banyodaki küvetin içerisine koydu. Kendisini yüzükoyun onların üzerine örtü yaptı. Rumların ellerindeki ölüm kusan otomatik silahları adeta kan kusuyordu. Çocuklarımın içerisinde olduğu küvet bir kan gölüne dönüşmüştü. Kendisini çocuklarına siper eden annenin sırtından giren yirmi yedi mermi göğsünden çıkarak kanadı altındaki yavrularının körpe bedenlerine saplanmıştı. Orada insanlık adına bir vahşet ve alçakça işlenen bir cinayet vardı.”

Nihat Paşa kırk beş yıl sonra o acıları yeniden yaşar gibiydi. “Ünlü bir cerrah olmama rağmen çocuklarımın yaralarına bakamadım.” diyordu. Gözlerinden akan yaşları göstermemeye özen gösterse de başarılı olamıyordu. Konuştuğu kürsünün üzerinde bulunan bir bardak sudan bir iki yudum aldı. Belli ki su bile boğazından gitmiyordu. Salonda derin bir sessizlik vardı. Bir ara yerimden kalkıp Atatürk’ün elini öpme şerefine nail olan o koca çınarın ellerinden öpmek geldi içimden. Bir süre dinlenir gibi gözlerini tavana dikti. Belli ki yıllar öncesine, o hüzün dolu, o çile dolu yıllara gitmişti. Kendine döndü bir salona, bir salondaki pür dikkat kendisini dinleyen gözü yaşlı insanlara baktı ve sözlerine kaldığı yerden devam etti.

Dudakları titriyordu. Kelimeler cümleler titriyordu. Ağzından çıkan sözler ağlıyor, dinleyen misafirler ağlıyordu. AKM soğuk olmasına rağmen insanları ter basıyor, efkâr basıyordu. Böyle bir ayıptan insanlık ağlıyordu. Nihat İlhan Paşa’nın gözyaşları bize bağımsızlığın, bize hürriyetin, bize Cumhuriyetin önemini o kadar güzel anlatıyordu ki!

Sözlerinin burasında bir müddet suskun kaldı Nihat Paşa. Gerilere, çok gerilere gitti. “Ben zaten biliyordum.” diyerek sözlerine devam etti:

“Evet, ben biliyordum. Onların şehit olacaklarını görmüştüm. Hem de bir gece evvel! Karıma bir beyaz tuvalet diktirmiştik. Onu giymişti, Murat ve Kutsi’nin ellerinden tutmuştu. ‘Hakan nerede?’ diye sordum. Gökyüzünü gösterdiler. Uçuyordu. Sonra onlar da uçmaya başladılar. Beşparmak Dağlarını aştılar, Adana’ya, oradan da şimdi gömülü oldukları memleketim Elazığ’a doğru gittiler.”

***

Bu gidişi gören Yazar-Şair ve Doktor Ahmet Tevfik Ozan “Dört Güvercin, Beş Sevinç” şiirinde bakın nasıl değerlendiriyor bu mübarek olayı.

Dört Güvercin Beş Sevinç

**

Paşam, ne ki; can dediğin Dünya’da..
Bir bahar da yeşerecek dört çiçek!
Melekleri görmek olmaz, rüyada
Hakan, bulutları yalnız geçecek...

Denize kavuşmuş balıklar gibi
Çağırsan; gelecek, çıkmayacaklar!
Rüya diyeceksin, gözlerin yaşlı
Sırrını, denizin açmayacaklar...

Harput Kalesi’ni seyreden beyaz
Güvercin kanatlı, yalnız bulutlar..
Şehitler kervanı, içinden geçen
Rüzgârı rüyada, nurlu kanatlar...

Bir gün, dört güvercin; kapıyı çalar
Beş olur sevinçler, bulutlar akar..
Feza, derinlerde bir nokta olur
Harput sırtlarına o gün, nur yağar...

Paşam, ne ki, can dediğin dünyada
Bir baharda yeşerecek dört çiçek!
Melekleri görmek olmaz rüyada
Hakan, bulutları yalnız geçecek...

***

Biz de Hakan’ın bulutları yalnız geçtiğine inanıyoruz. Hakan bulutları yalnız geçecek. Çocuklarına örtü olan o mübarek annenin bedenine yirmi yedi kurşun isabet edecek. Üç yavrunun bulunduğu küvet kan gölüne dönüşecek ki bunlar Cennet’te Peygambere komşu olsunlar, 253 bin Çanakkale şehidine yoldaş olsunlar.

Bunlar olacak ki vatan olsun.

Bunlar şehit olacak ki vatan kurtulsun.

1963 Aralık ayındaki o kanlı Noel’de eşini ve üç evladını toprağa verirken “Vatan sağ olsun!” diyen Nihat İlhan Paşamın kırk beş yıl aradan sonra o acıları aynı duygularla, aynı tazelikle yeniden yaşarken ayakta dimdik duruşu bize cesaret vermiş, bu duruş bu vatanın nasıl vatan olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir.

Şehitlerime rahmet olsun, şehit ailelerinin başı sağ olsun.

“VATAN SAĞOLSUN!”

***///***

Mehmet Şükrü Baş 23 Aralık 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

YUMURTA ÖĞRENCİ VE EĞEMEN BAĞIŞ

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

YUMURTA ÖĞRENCİ VE EĞEMEN BAĞIŞ

Bir zamanlar yumurta köyün ve köylünün geçim kaynağı idi.. Köylü sepetine doldurduğu 30-40 tane yumurtayı pazarda satar iki üç paket tütün, bir kutu aspirin, iki somun ekmek, çocuklarına da iki yüz elli gram kırmızı şeker alır köyüne dönerdi.

Yumurta köylünün hediyelik eşyası gibiydi. Bir yere gittiğinde yine sepetine 15–20 tane yumurta kor o yumurtayı gideceği yere hediye olarak götürür, yüzünü ak ederdi. Yumurta köylünün bir yerde can simidiydi. Köylü ilçede okula gönderdiği çocuğuna birkaç tane yumurta verir o çocuk yumurtayı pazarda satar bir haftalık harçlığını çıkarır o parayla defterini, kalemini alırdı.

Yumurta köylünün azda olsa eksilmeyen geliriydi.

Yumurtalar kuluçkaya konulur civciv olur, civcivler büyür tavuk olurdu. O zamanlar yumurta tavuktan çıkardı. Şimdilerde tavuklar yumurtadan aradaki fark bu…

***

Gün geldi sofralarımızın baş tacı olan yumurta siyasilerin korkulu rüyaları oldu. Vekil Mehmet Efendi bir evvelki günün etki ve tesirinden kalmış olacak ki rüyasında kendisini büyük bir kalabalığa hitap ederken görür. Millete seçim vaatlerini sıralamaya kalkıştığı bir anda meydandaki bazı münafıkların attıkları yumurta ile bir anda yumurta sağanağına tutulur. Kaçacak yeri, açacak şemsiyesi de yok.

Sağanak halinde yağan yumurtaların bazıları başından teyet geçerken bazıları da kaşına, gözüne isabet ediyordu. Bir çığlıkla uyandı uykusundan. Bu çığlığına evdeki herkes gibi hanımı da uyandı “Hayırdır Bey nedir bu feryadın kâbus mu görüyorsun?” sualine bir müddet cevap vermedi alnında biriken terlerini silerken güçlükle “Yumurta hanım yumurta” dedi.

Hanım vekil kocasının canının yumurta çektiğini sanarak “Şimdi sana iki yumurta pişireyim de afiyetle ye” dedi ve sözlerini bir soruyla tamamladı…

Rafadan mı olsun, sahanda mı?...

Sayın vekilin kan beynine sıçramıştı olanca gücüyle “Hayıııır” diyebildi. Bu evde bundan böyle yumurta lafı edilmeyecektir. Ben yumurtanın her çeşidinden de nefret ederim” diyebildi.

***

En son Hac kafilesini Hacca götürecek olan gemi limandan kalkmak üzereydi. Seyyar satıcılar hacı adaylarına ellerindeki malları satma çabasındaydı. Bunlardan biriside yumurtacı Abdullah efendiydi. Abdullah Efendi tavuk yemi ve omletçiliği ile tanınırdı. İşte o gün yumurtacı Abdullah Efendi “Yumurta taze yumurtalarım var” diyerek satış yaparken hacı adaylarından birisi yolda eşi ile birlikte yemek için on tane yumurta aldı. Kesesini çıkarana dek gemi denize açılır oldu. Satıcı sahilde, hacı gemide, yumurtalar hacı adayının elindeydi. Gitmişti yumurtacı Abdullah Efendinin satıp ta parasını alamadığı on adet yumurtası…

Hacı adayları Mekke’ye vasıl oldular. Hac farizasını yerine getirip o zamanın şartlarına göre beş altı ayı aşkın bir süre sonra hacı olup memleketlerine vasıl oldular. Hacılar teker teker gemilerinden inerken Yumurtacı Abdullah Efendi yumurtasını sattığı ve parasını alamadığı hacıyı anında tanıyıverdi. “Hacı efendi Hacı Efendi sen Hac’ca giderken benden on tane yumurta aldın parasını veremeden gemi denize açıldı. Benim paramı ver” değince Hacı sevinçten havalara uçta “Hay Allah senden razı olsun hiç aklımdan çıkmıyordu. Şeytan taşlarken bile sanki taş yerine yumurta atıyordum al bana sattığın on yumurtanın parasını” Dedi.

Yumurtacı Abdullah Efendi “Öyle yağma yoook Hacı efendi” dedi. “Sen benim paramı o zaman verseydim gider on yumurta alır, kuluçkaya kor, kuluçkadan on tane civciv çıkardı. Bu civcivler tavuk olur, tavuklar yeniden yumurtlar, yumurtadan omlet olur, omlette pazar bulurdu. Bu sebepten bana bin lira vereceksin” dedi.

Bin lira o dönemde büyük paraydı. Hacı kabul etmiyor Yumurtacı Abdullah Efendi istiyordu. Derken olay kadıya intikal ediyordu.

***

Kadı tarafları dinliyor, her ikisini de haklı buluyordu. Öyle ya satıcı on yumurtanın parasını o zaman alsaydı on yumurta daha alır, yumurtaları kuluçkaya kor, yumurtalar civciv olur, civcivler yumurtlardı. Yumurtadan omlet yapar, Pazar bulur zengin olurdu.

Şehirde günlerce bu dava konuşulur oldu. Kadı bir türlü işin içerisinden çıkamıyordu. Bir öğlen vakti evine giderken çocukların bu olayı senaryo yapıp kendi aralarında oynadıklarını gördü. Kadı rolündeki çocuk tarafları dinliyor Yumurtacı rolündeki çocuğa soruyordu…

“Abdullah Efendi senin yumurtaların haşlanmış mıydı, çiğ miydi?”

Yumurtacı Abdullah Efendi “Haşlanmış yumurtaydı Kadı Efendi” deyince kadı rolündeki çocuk “Bre dinsiz haşlanmış yumurtadan civciv çıkar mı?...Al on tane yumurtanın parasını otur oturduğun yerde” diyerek mahkemeyi bitiriyordu.

***

Şimdi sormak lazım siyasilere atılan yumurtalar haşlanmış mıydı? Haşlanmamış mıydı? Eğer ki haşlanmış ise atılan yumurtalarla elbisesinin kirlendiğini iddia eden Devlet Bakanı Eğemen Bağış’ın bir öğrenci hakkında açtığı davanın reddi gerekir. Çünkü haşlanmış yumurta leke yapmaz. Bakalım bizim adalet nasıl işleyecek, hâkimlerimiz nasıl bir karar verecek?..

Bekleyelim görelim!..

Yumurta mı tavuktan çıkacak, tavuk mu yumurtadan?...

***///***

Mehmet Şükrü Baş 20 Aralık 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi ile aynı tarihli Malatya Hâkimiyet Gazetesinde yayınlanmıştır.

15 Aralık 2010 Çarşamba

ZAVALLI SERAP





MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

ZAVALLI SERAP

Dünya üzerinde varlığını sürdüren her ülkede yasalar toplumun varlığını sağlıklı, güvenli ve huzur içerisinde idame edebilmeleri için çıkartılır. Çıkartılan bu yasalarla vatandaşın hak ve hukuku korunur.

Amaç hakk’ı sahibine teslim etmek, hukuku işletmek, adaleti yerine getirmektir.

Yasalar bunun için vardır.

***

Serap Eser’in dramını bilirsiniz.

Serap Eser 08 Kasım 2009 tarihinde dershaneden çıkmış evine gidiyordu. Bindiği otobüs Küçükçekmece’ye geldiğinde kalbinde ve ruhunda insanlığa ait ne varsa sökülüp alınmış, beyni ve ruhu ihanetlerle donatılmış caniler tarafından atılan Molotof kokteyli ile bindiği otobüsün içerisinde alevler arasında kalıyordu. Serap koltuğu altındaki kitaplarını bırakmadan bu cehennemde yaşam savaşı veriyor, vücudunun yüzde kırkı yanıyordu. Molotoflu saldırıda yüzü, eli ve bacakları yanan Serap Eser, hastanede 29 gün yaşam mücadelesi vermiş ancak körpe vücudu bu acıya daha fazla dayanamadığından ömrünün baharında hayata veda etmişti…

Serap’tan geriye Serap’a ait bir şiir kaldı…

“Güneş batınca fark ettim,

Bütün hayallerim caddeye uzanmış,

Tüm doğru bildiklerim asfalta akmış,

Hepsi "SERAP” mış”

***

Serap’ın ölümüne bir Türkiye ağlamıştı. Sadece hayvanlar ve hayvan ruhunu taşıyan cani ruhlu insanlar ağlamamıştı. Çünkü toplum Serap’ı kucaklamış onun acısını yüreğinde yaşar olmuştu.

Toplumun yaşadığı bu acıyı ne dindirecekti?.

Yasalar!..

Yasalar suçlu ve suçluları yargılayacak onlara vereceği ceza ile Serap’ın kanını yerde bırakmayacaktı. Bu işlem yapılırken de toplum kendisini koruyan bir yasanın varlığından güven duyacak, kendisini güvende hissedecekti.

Bütün beklentiler, bütün umutlar bu yoldaydı.

Ne acıdır ki böyle bir şey olmadı. Adalet yerini bulmadı.

***

Bir “Açılım Labirenti” içerisinde ne tarafa gittiği ve gideceği belli olmayan hükümetimiz çıkardığı bir yasa ile belediye otobüsüne molotof kokteyli atan o otobüsü yolcuları ile birlikte alev alev yakan bu canileri taş atan çocuklar yasası kapsamında değerlendirerek davalarının çocuk mahkemesine gönderilmesi kararlaştırdı.

Bu ne demektir biliyor musunuz?...

Bu canilerin işledikleri suçun karşılığı normal mahkemelerde ağırlaştırılmış müebbet cezası iken bu yasayla bu caniler çocuk mahkemesinde yargılanacak en kötü ihtimalle 18–24 yıl arasında hapis cezasıyla yargılanacak. Mahkûm olurlarsa “Taş atan çocuklar yasası” gereği yapılan indirimlerle üst sınırdan 8 yıl, alt sınırdan ise 4 yıl hapis yatıp kurtulacaklardır.

***

Bu nasıl bir yasa, bu nasıl bir adalet desek suç işleyeceğiz. Onun için demiyoruz ancak şunu diyoruz ki bu yasanın kabulünde “Kabul” oyu için havaya kalkan ellerden birisi bizim elimiz olsaydı bütün mukaddesatımla yemin ederim ki o eli kara bir taşın üstüne kor o eli param parça ederdim. Belki o zaman yüreğimde yanan ateşi bir nebze söndürür Serap’ın vebalini boynumda, elini yakamda hissetmezdim.

***///***

16 Aralık 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetesi ile aynı tarihli Malatya Hâkimiyet Gazetelerinde yayınlanmıştır. B.Ş.Baş