20 Mart 2012 Salı

İNSAN ŞİİR VE NESİR

HASBİHÂL MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

İNSAN ŞİİR VE NESİR

İnsanda heyecan ve hayranlık uyandıran bu nedenle isminin başında “güzel” ifadesi yer alan sanatlara “GÜZEL SANATLAR” adı verilir. Güzel sanatlar edebiyatın her dalı, resim, müzik gibi insanın gönül tellerini titreten dalların bir araya gelmesiyle vücut bulsa da heykel, mimarlık sinema ve tiyatroyu da bünyesine katar. Genele yayarsak Edebiyat, resim, heykel, mimarlık, musiki, tiyatro ve sinema gibi dallarda güzel sanatların özü tabir ettiğimiz parçalarını teşkil eder…
Güzel sanatların atar damarı incelik, sevgi ve duygusallıktır.
Duygusallığın zirve yapmadığı bir gönülde yukarıda saydıklarımızın hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur. Varsa da sadece kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur.
Dinlediği bir şarkıda gözleri nemlenmeyen, duyduğu bir şiirden etkilenmeyen, bir yetimin gözlerindeki ışığı, bir kuzunun melemesindeki ritmi, bir kelebeğin kanadındaki yedi rengi görmeyenler elbetteki eğitimleri ne olursa olsun bu özellikleri taşımayan insanlardır.
***
Biz yaştaki insanlar ömür güzergahımızda açlığı, sefaleti yoksulluğu gördük. Işığımız “dandik” tabir edilen kendi kendisini bile aydınlatmaktan aciz bir materyaldi. Daha sonra bunun yerini gaz lambası aldıysa da gönüllerimizdeki ışık sevgiden, saygıdan ve hoşgörüden var oluyordu. Biz kalem bulur defter bulamaz, defter bulur kalem bulamazdık. İstisnalar kaideyi bozmasa da yaşadığımız yerde sinema yoktu, tiyatro yoktu, televizyon hatta hatta radyo yoktu. Gazete yoktu, kitap yoktu. Toplumla genelleşmiş güzel sanatların hemen hemen hiçbir güncelliği yoktu. Varsa da Anadolu’da yaygın değildi.Bütün bunları alt alta dizdiğimizde kendi kendimize bir soru sormak ihtiyacı doğdu.
Acaba biz şanslı mı?... yoksa şansız mı idik?...
Teknolojinin, yeniliklerin hemen hemen bütün imkanlarından yoksun olduğumuz için elbette ki şanssızdık.
Her kapının önünde bir araba, odamızda müzik seti, masamızda bilgisayar, gardolabımızda takım takım elbiseler yoktu. Bütün bu yokluk ve imkansızlıklara rağmen müziğin, sinemanın, nesrin ve şiirin en kalitelisini, en bozulmamış olanını, dahası bünyesinde ahlak olan her güzelliği biz yaşıyorduk.
***
Necip Fazıl’ın konferanslarını, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın ölümsüz şiirlerini kendi ağızlarından dinlediğimizde kendimizden geçtik. Behiye Aksoy’un “Gök yüzünde yalnız gezen yıldızlar” şarkısı ile rahmetli Sevim Tanürek’in “Kader böyle imiş ne söylesem boş” şarkılarını dinlediğimizde Türk sanat Müziğinin iliklerimize kadar işlediğini gördük. Müzeyyen Senar “keklik” şarkısını, Nezahat Bayram “Ötme Bülbül” türküsünü okuduklarında bülbüllerin sustuğunu görürdük. Zeki Müren “Bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye” sözleri ile başlayan şarkısını söylediğinde her katı yüreğin duygulandığına şahit olurduk. O Zeki Müren ki sanat hayatı boyunca dinleyicilerine olan saygısından seyircisine arkasını dönmemiştir. Günümüze gelindiğinde bunun yerini seyirciye kıçını açan ve kıçını gösteren sözüm ona sanatçılar gördük.
Biz bunlara “baldır bacak sanatçısı” adını verdik.
Bütün bunları görünce kendi kendimizi şanslı hissettik. Bizim zamanımızda sağlık vardı, sadelik vardı. Ne adına sanat denilen hormonlaşmış hafiflikler, ne hormonlaşmış gıdalar nede hormonlaşmış insanlar vardı.
Her şey temiz, her şey sade, her şey duruydu.
***
ilçelerde binde bir, illerde yeni yeni açılmakta olan sinemalarımızda bizleri heyecanlandıran filmler oynardı. Ayhan Işık’ın başrollerini oynadığı “Bir Avuç Toprak ile Meçhul Kahramanlar” Eşref Kolçak’ın “Düşman Yolları Kesti” ve buna benzer kanımızı kaynatan filmleri seyrettiğimizde avuçlarımız morarıncaya kadar alkışlar kendimizi onların yerine kor, onlardan daha çok o anları yaşar, paramız olsaydı o filmleri her gün seyrederdik. Çünkü biz vatanımızı, istiklal ve hürriyetimizi en mukaddes bir sevda bilirdik.
O zamanlar her gencimiz yüreğinde bir Çanakkale ruhunu yaşatırdı. Bu ruh birliğimizi bütünlüğümüzü pekiştirmeye yeterli oluyordu. Şimdiki gibi Çanakkale savaşını, cumhuriyetin kuruluşunu, özelliğini ve güzelliğini bilmeyen askerlik yapmamak içinde üniversite eğitimi gören paralı kuzular yoktu.
O dönemde kınalı kuzular vardı.
Çünkü bizim en büyük aşkımız en büyük sevdamız VATAN VE MİLLET SEVGİSİ idi…Kulaklarımıza küpe takmazdık ama bu duyguları kulaklarımıza küpe ederdik.

***///***
Mehmet Şükrü Baş 27 Şubat 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder