31 Ocak 2012 Salı

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZ YAŞLARI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZYAŞLARI

24 Aralık bizim için çok önemli, önemli olduğu kadar da hüzünlü bir hadisenin yıl dönümüdür.
İnsanlık adına, insanlıktan utanılacak kadar, dünyada eşi ve benzeri olmayan, dünya durdukça o hadiseden daha onursuz, daha haysiyetsiz, daha kişiliksiz bir olayın yaşanmayacağı bir hadisenin yıldönümüdür.
Bu günün unutulmaması ve unutturulmaması için 29 Aralık 2008 tarihinde bu sütunda aynı başlıkla yazdığım bir yazıyı yeniden yayınlama ihtiyacını duydum.
İşte o yazı:
***
Sene 1963!..
24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece. Hıristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın doğum günü, yani Noel. Hıristiyanlar o gece, bu Noel’i kutlayacaklar; ama nasıl?
Noeller en iyi şekilde nasıl kutlanır?
Türkleri katletmekle,
Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden masum insanları kurşuna dizmekle,
***
İşte o gün dünya durdukça hiçbir tarihin bu kadar onursuzca, bu kadar canavarca işlenmiş bir katliamı yazamayacağı bir katliam yapılıyor. Hiçbir insanın, hatta hatta hiçbir hayvanın yapamayacağı insanî ve merhamet duygularından uzak, hayâsızca ve alçakça bir katliam yapılıyor.
Bu katliamı, o katliamı yaşayan bir sabır timsali insandan, bir doktor babadan, bir paşadan dinleyelim. Biz bu hadiseyi daha doğrusu bu katliamı unutturmamak adına iki yıl önce bu tarihte Elazığ’a gelen Nihat İlhan Paşa’nın AKM’ de gözyaşları ile anlattığı o meş’um geceye dönelim
***
Tarih, 24 Aralık 2008.
Yer, Fırat Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi.
Protokol sırasında:
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş,
Elazığ Valisi Muammer Muşmal,
Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu,
Doğu Akdeniz Üniversitesi rektörü Ufuk Taneri,
Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Harid Fedai,
Prof. Dr. Ata Altun, Rektörümüz Feyzi Bingöl, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan ile Kıbrıs’tan ve diğer şehirlerimizden gelen çok değerli misafirler.
Sahnede bir sabır abidesi, “Çocuklarımın yaralarını saramadım.” diyen bir cerrah, bağrı yanık bir baba ve bir asker, bir emekli paşa, Tuğgeneral Nihat İlhan.
Nihat İlhan salonu dolduran Elazığlılara hitap ederken o koca salonda çıt çıkmıyordu. Nihat İlhan anlatıyor, anlattıkça o acı günleri yeniden yaşar gibi oluyordu. Bir ara dudakları titredi. Kelimeler boğazında düğümlendi ve o güngörmüş, savaş görmüş, acı görmüş Paşa “Asker üşümez, asker acıkmaz, asker ağlamaz.” söylemine sadık kalmak için gözyaşlarını saklıyordu. Bir müddet titreşen cümlelerle sözlerine devam etmek istedi ise de daha fazla başarılı olamadı. Hiçbir zaman hiçbir güç karşısında yenilmeyen Nihat Paşa gözyaşlarına yenik düşüyor, ağlıyordu. Sadece o mu ağlıyordu? Dinleyenlerin yüzde yüzü ağlıyordu. Ben ağlıyordum, yanımdakiler ağlıyordu.
Salonda bayılanlar oluyordu.
Şayet ağlamayacaksanız Nihat Paşa’nın söylediklerine dönelim:
***
“Rumlar, Kıbrıs Türklerine karşı hunharca bir saldırı başlatmıştı. 24 Aralık akşamı Lefkoşa’nın batı kesimindeki evimizi de bastılar. Eşim Mürüvet Hanım, birisi daha altı aylık, diğeri dört, bir diğeri ise yedi yaşanda olan üç oğlunun pijamalarını giydirmiş, yatağı henüz açmıştı. Rumlar geldi… Mürüvet Hanım, kapının önündeki Rumca konuşmaları duyar duymaz, çocuklarını kaptığı gibi banyoya koştu. Oğullarını küvetin içine doldurdu; sarmaladı, bağrına bastı. O gece evde bulunan ev sahibi Hasan Efendi ile eşi Feride Nineyi tuvalete sakladı, kendisi de bir köşeye büzüldü. Feride”nin kız kardeşi beş aylık bebeği Işıl’la banyonun bir köşesine sığındı.
Evdekiler saklanmaya çalışırken kapı kırıldı, makineli tüfekler çalışmaya başladı. Rumlar çocuk, yaşlı, kadın demeden savunmasız körpecik bedenlere otomatik silahlarla ateş ettiler. Eşim üç çocuğumu banyodaki küvetin içerisine koydu. Kendisini yüzükoyun onların üzerine örtü yaptı. Rumların ellerindeki ölüm kusan otomatik silahları adeta kan kusuyordu. Çocuklarımın içerisinde olduğu küvet bir kan gölüne dönüşmüştü. Kendisini çocuklarına siper eden annenin sırtından giren yirmi yedi mermi göğsünden çıkarak kanadı altındaki yavrularının körpe bedenlerine saplanmıştı. Orada insanlık adına bir vahşet ve alçakça işlenen bir cinayet vardı.”
Nihat Paşa kırk beş yıl sonra o acıları yeniden yaşar gibiydi. “Ünlü bir cerrah olmama rağmen çocuklarımın yaralarına bakamadım.” diyordu. Gözlerinden akan yaşları göstermemeye özen gösterse de başarılı olamıyordu. Konuştuğu kürsünün üzerinde bulunan bir bardak sudan bir iki yudum aldı. Belli ki su bile boğazından gitmiyordu. Salonda derin bir sessizlik vardı. Bir ara yerimden kalkıp Atatürk’ün elini öpme şerefine nail olan o koca çınarın ellerinden öpmek geldi içimden. Bir süre dinlenir gibi gözlerini tavana dikti. Belli ki yıllar öncesine, o hüzün dolu, o çile dolu yıllara gitmişti. Kendine döndü bir salona, bir salondaki pür dikkat kendisini dinleyen gözü yaşlı insanlara baktı ve sözlerine kaldığı yerden devam etti.
Dudakları titriyordu. Kelimeler cümleler titriyordu. Ağzından çıkan sözler ağlıyor, dinleyen misafirler ağlıyordu. AKM soğuk olmasına rağmen insanları ter basıyor, efkâr basıyordu. Böyle bir ayıptan insanlık ağlıyordu. Nihat İlhan Paşa’nın gözyaşları bize bağımsızlığın, bize hürriyetin, bize Cumhuriyetin önemini o kadar güzel anlatıyordu ki!
Sözlerinin burasında bir müddet suskun kaldı Nihat Paşa. Gerilere, çok gerilere gitti. “Ben zaten biliyordum.” diyerek sözlerine devam etti:
“Evet, ben biliyordum. Onların şehit olacaklarını görmüştüm. Hem de bir gece evvel! Karıma bir beyaz tuvalet diktirmiştik. Onu giymişti, Murat ve Kutsi’nin ellerinden tutmuştu. ‘Hakan nerede?’ diye sordum. Gökyüzünü gösterdiler. Uçuyordu. Sonra onlar da uçmaya başladılar. Beşparmak Dağlarını aştılar, Adana’ya, oradan da şimdi gömülü oldukları memleketim Elazığ’a doğru gittiler.”
***
Bu gidişi gören Yazar ve Şair dostum Doktor Ahmet Tevfik Ozan “Dört Güvercin, Beş Sevinç” şiirinde bakın nasıl değerlendiriyor bu mübarek olayı.
Dört Güvercin Beş Sevinç
Paşam, ne ki; can dediğin Dünya’da.. Bir bahar da yeşerecek dört çiçek! Melekleri görmek olmaz, rüyada Hakan, bulutları yalnız geçecek... Denize kavuşmuş balıklar gibi Çağırsan; gelecek, çıkmayacaklar! Rüya diyeceksin, gözlerin yaşlı Sırrını, denizin açmayacaklar... Harput Kalesi’ni seyreden beyaz Güvercin kanatlı, yalnız bulutlar.. Şehitler kervanı, içinden geçen Rüzgârı rüyada, nurlu kanatlar... Bir gün, dört güvercin; kapıyı çalar Beş olur sevinçler, bulutlar akar.. Feza, derinlerde bir nokta olur Harput sırtlarına o gün, nur yağar... Paşam, ne ki, can dediğin dünyada Bir baharda yeşerecek dört çiçek! Melekleri görmek olmaz rüyada Hakan, bulutları yalnız geçecek...
***
Biz de Hakan’ın bulutları yalnız geçtiğine inanıyoruz. Hakan bulutları yalnız geçecek. Çocuklarına örtü olan o mübarek annenin bedenine yirmi yedi kurşun isabet edecek. Üç yavrunun bulunduğu küvet kan gölüne dönüşecek ki bunlar Cennet’te Peygambere komşu, 253 bin Çanakkale şehidine yoldaş olsunlar.
Bunlar olacak ki vatan olsun.
Bunlar şehit olacak ki vatan kurtulsun.
1963 Aralık ayındaki o kanlı Noel’de eşini ve üç evladını toprağa verirken “Vatan sağ olsun!” diyen Nihat İlhan Paşamın kırk beş yıl aradan sonra o acıları aynı duygularla, aynı tazelikle yeniden yaşarken ayakta dimdik duruşu bize cesaret vermiş, bu duruş bu vatanın nasıl vatan olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir.
Şehitlerime rahmet olsun, şehit ailelerinin başı sağ olsun.
“VATAN SAĞOLSUN!”
***///***
Mehmet Şükrü Baş 24 Aralık 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder