31 Ocak 2012 Salı

SAYIN CEMİL ÇİÇEK'E AÇIK MEKTUP




MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ





SAYIN CEMİL ÇİÇEK’E AÇIK MEKTUP
VE
BİR ÇOCUĞUN RİCASI


Sayın Başkanım!...
Bugünlerde yeni bir anayasa hazırlığı içerisinde olduğunuz aziz milletimizin olduğu gibi bizlerinde malumudur. Bu cümleden yola çıkarak 31 Mart 2010 tarihinde bu sütunda yazdığım “Baba Bana Anayasa Al” başlıklı yazımı zat’ı alinize takdim ediyorum.
Belki o kız çocuğunun isteği yerine gelir ve benimde çorbada tuzum olur.
En kalbi selam ve saygıyla efendim!....
Mehmet Şükrü Baş
Gazeteci-Yazar

BABA BANA ANAYASA AL

Vatandaş Mehmet 2008 krizi ile işini ve aşını kaybetmişti. 37 yaşında evli ve iki çocuk babasıydı. Yanında bir de Allah’ın bakmakla mükellef kıldığı yaşlı bir annesi vardı. Çalıştığı iş yerinin kimilerine göre krizin etkisi ile kimilerine göre de hile-i şerle kapanması sonucu işsiz kalmıştı. Bir sene işsizlik sigortası ile iyi kötü geçimini sağlamıştı. Sayılı günler tez geçmiş işsizlik sigortası sona ermişti. Bu sona erişle birlikte beş nüfuslu aile açlık ve sefalete terk edilmişti.
Aş yoktu, iş yoktu, sigorta yoktu.
Bu sonuç onun için sanki ölüme terk edilişti.
İşsiz Mehmet’in çalmadığı kapı, yalvarıp yakarmadığı adam kalmadı “Ne olur asgari ücretle de olsa bana bir iş verin.” diye feryat etti. Çocuklarından birisi ilköğretim üçüncü sınıfa gidiyordu. Beslenme çantasına yiyecek koyamıyor, evinin kirasını veremiyordu.
Ağlamak istiyordu ağlayamıyor, ölmek istiyor ölemiyordu.
Ve işsiz Mehmet Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu ülkede yaşıyordu.
***
Bu ülkenin başbakanı tarafından İran’ın, Lübnan’ın ve Filistin halkının hak ve hukuku savunuluyor ama işsiz Mehmet’in hiçbir hakkı savunulmuyordu.
Bu ülke de dağdan inenlerin bile hakkı savunuluyor “Bu vatandaşlar da bizim vatandaşımız, bunları topluma kazandırmalıyız” deniliyordu.
Topraklarımızda kaçak olarak çalışan yüz bin Ermeni’ye bile insan hakları çerçevesinde dokunulmuyordu. Kaçak çalışmalarına göz yumuluyordu.
Şanlıurfa’da, Van’da “Katil TC, Kürdistan’dan defol.” pankartlarını asanlar bile bir yerde korunuyordu.
Meclisteki 550 milletvekiline ait 664 suç dosyası bile “Dokunulmazlık zırhı” içerisinde tozlu raflarda duruyor, kimsecikler el atamıyor, kimseler dokunamıyor bir nevi koruma altına alınıyordu.
Korunmayan sadece İşsiz Mehmet ve İlköğretim üçüncü sınıftaki besleme çantasında yiyeceği olmayan çocuğuydu.
Onların hiçbir koruması ve korunması yoktu.
***
İşsiz Mehmet her akşam olduğu gibi o akşam da büyük bir bunalım ve çaresizlik içerisinde evine geldi. Sabahtan beri ağzına lokma koymamasına rağmen hanımına “Hanım ne pişirdin?” diyemedi. Kendisinde bu hakkı göremedi. Divana oturdu, dört yaşındaki kız çocuğunu kucağına aldı. Ağlamak istiyordu, ağlayamıyor, hıçkırıklar boğazında düğümleniyordu.
***
Yaşlı ananın dudakları titriyor belli ki oğluna bir iş bulunması için dua ediyordu. Hanımı kocasının çektiği acıyı bildiğinden olacak ki biraz teselli edebilmek adına televizyonu açtı. Cumhurbaşkanı mahiyetiyle birlikte İzmir’in tarihi yerlerini geziyor, Başbakan mahiyetiyle birlikte Libya’ya uçuyordu. Konuşmaktan sorumlu Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Anayasa çalışmalarının hızla sona yaklaştığını halkına müjdeliyordu. Anayasa paketinin yakında açılacağını söylüyordu. Paket lafını duyan işsiz Mehmet’in dört yaşındaki kızı babasının kucağından fırladı “Baba bana da Anayasa Paketi alsana” dedi. Ne bilsin çocuk? Paket denilince aklına yiyecek paketi geldi, içerisinde zeytin ekmek olan, küçücük bir çikolata veya bir gofret bulunan bir paket...
Baba bir taraftan gözlerinden süzülen yaşlara hâkim olmaya çalışırken bir taraftan da kızına:
“Alacağım kızım alacağım. Sana da Anayasa paketi alacağım. İçerisinde yoksulluk olmayan, yolsuzluk olmayan, yalan, talan olmayan bir paket alacağım. İçerisinde aş ve iş olan, huzur ve güven olan, hak ve hukuk olan bir anayasa paketi alacam” dedi.
Demesiyle birlikte akşamdan beri boğazında düğümlenen hıçkırıklar bir saat zembereği gibi boşalıverdi.
İşsiz Mehmet ağlıyordu… 31 Mart 2010

***///***
Mehmet Şükrü Baş 30 Ocak 2012

BEN MEHMET'İM AĞA HRANT DEĞİLİM

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

BEN MEHMET’İM AĞAM HRANT DEĞİLİM.

Bu günkü yazıma değerli üstadımız şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler’in çok önemli bir şiirinden bir alıntı ile başlayacağım. Bu büyük usta diyor ki!...

Ben Antep’liyim, Şâhin’im ağam. Mavzer omuzuma yük. Ben yumruklarımla dövüşeceğim. Yumruklarım memleket kadar büyük.
*
Bendenizde benim için iftihar vesilesi olan bir dörtlüğümde diyorum ki!...

Ben bir Türk'üm, Türkoğlu Türk, Yurdum Türkiye, Atam Atatürk. Taşını toprağını canım gibi severim, Türk’ü sevenlerin ellerinden öperim.
***
AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi neresinden bakarsanız bakınız bir cinayetti. Rezilce hazırlanmış bir cinayet, dostu düşmanı bizlere güldüren bir cinayet. Tetiği çeken kim olursa olsun hangi ırktan, hangi dilden ve hangi dinden olursa olsun masum bir insana sıkılan mermi Peygamber efendimizin buyurduğu gibi bütün insanlığa sıkılan bir mermiydi.
Hiç kimsenin tasvip etmediği, hiç kimsenin hoşnut olmadığı bu kanlı eylemde bir cinayet işlenmiş güvenlik güçlerimiz çok kısa bir zamanda zanlıları yakalamış olay yargıya intikal etmiş, beğenelim beğenmeyelim bağımsız yargımız geç de olsa kararını vermişti.
***
Bu cinayetin işlendiği günden beri muhtelif şehirlerimizde insanlar sokağa dökülmüş yargı aşamasındaki bir dava için “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” gibi sloganlarla toplumu germiş ve körüklemiştir.
Kendi devletine “Katil Devlet” diyecek kadar ileri gitmiş soykırımın telaffuz edildiği bu günlerde kendi ülkesini kendi devletini zan altında bırakmışlardır. Ne yazık ki bu insanlar bu cinayetin bir oyun olduğunu senaristlerinin ülkenin birlik ve beraberliğini istemeyen kişiler olduğunu görmemişlerdir.
Yetmemiş verilen bu karar ve bu kararı veren yargıç acımasızca yerden yere vurulmuş adeta yargısız infaz yapılmıştır. Eğer ki ortada hakkaniyet ölçülerinde değerlendirilmeyen bir karar varsa bunun temyizi kabildir. Gidersiniz temyize davanın yeniden ele alınmasını sağlayabilirsiniz Ama Türk Adaletini ve hakimini bu kadar acımasız bir şekilde yerden yere vuramazsınız.
***
Bu kararın bu kadar geç tecelli etmesini tenkit edebilirsiniz, verilen kararı ve karar sonucu bizimde tasvip etmediğimiz o yargıcın sözlerini beğenmeye bilirsiniz ama bu kadar kolay, bu kadar ucuz bir şekilde özünüzden ve kimliğinizden feragat edemezsiniz.
Netice itibariyle….
Hrant Dink’in öldürülmesi bir cinayettir. Cinayetin tasvip edilecek hiçbir yanı yoktur. Ancak Hrant’ın öldürülmesinden bu yana “Hepimiz Hrant’ız….Hepimiz Ermeni’yiz” gibi Türk’ün özüne ve kimliğine yakışmayan ifadelerde de bulanamazsınız. Her Türk vatandaşı gibi bende özüme ve kimliğime yakışmayan bu gibi söylem ve eylemlere şiddetle karşıyım.
Çünkü ben Mehmet’im…
Çünkü ben Türk ve Müslüman’ım.
Bu yapıdaki bir insan sebep ne olursa olsun ne Hrant olabilir ne de Ermeni. Yok illaki “Hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeni’yiz diyecekseniz size söyleyecek bir sözümüz yok çünkü her şey aslına rücu eder.
Öğle diyorsanız öyledir.
Ancak benim adım Mehmet’tir, ben Türk’üm, ben Müslüman’ım. Şükürler olsun ki öyleyim….
***
Bu gibi insanların tarihi ile yüzleşmelerinde fayda görürüm. Lütfen tarihi ile yüzleşsinler. Avrupa’nın göbeğindeki diplomatlarımızın nasıl şehit edildiklerini görsünler. Ermenilerin Anadolu’da yaptıkları vahşi cinayetleri öğrensinler. Ermenilerin hamile kadınların karnındaki bebeği bile hançerlediklerini, kocası cephede Türk kadınlarına, daha çocuk yaştaki Türk kızlarına nasıl tecavüz ettiklerini, ekmeğini yedikleri Türk ve Müslüman’ların evlerini nasıl ateşe verdiklerini dedelerinden, ninelerinden sorup öğrensinler. Ondan sonra çıkıp “Hepimiz Ermeni’yiz” diyebiliyorlarsa varsın desinler.
Dedimya sonuçta her şey aslına rücu eder.

***///***
Mehmet Şükrü Baş 25 Ocak 2012

19 MAYIS BAĞIMSIZLIK MEŞALESİNİN YAKILDIĞI GÜNDÜR

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

19 MAYIS BAĞIMSIZLIK MEŞALESİNİN
YAKILDIĞI GÜNDÜR

Geçen haftanın en iç karartıcı, en talihsiz, en sevimsiz ve en üzücü hadiselerden birisi Milli Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğünün 81 İl Milli Eğitim Müdürlüğüne gönderdiği “19 Mayıs Bayramının bundan böyle stadyumlarda değil sınıflarda kutlanılmasına” yönelik genelgesi idi.
19 MAYIS Bayramı ile ilgili neden böyle bir yola gidilmiş neden böyle bir ihtiyaç duyulmuştu anlamak mümkün değildi...
19 MAYIS Bayramında gençlerimizin cıvıl cıvıl giysileri içerisinde ellerinde Türk bayrakları ile Ulu Önder Atatürk’ün emanetine sahip çıkmalarından, onların el ele omuz omuza gençlik meşalesini yakmalarından kim veya kimler rahatsız olabilir ki?...
Kaldı ki Türk Gençliğine Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından armağan edilen bu bayram TBMM’nin 2739/239 sayılı kanunla milli bayram olarak ilan edilmiş ve Mayıs 1935 tarihinden beri Türk Gençliğinin coşkuyla kutladığı milli bayram hüviyetine bürünmüş ve resmiyet kazanmıştır.
Çünkü!...
* 19 MAYIS Ulu Önder Atatürk’ün Samsun’a çıktığı, hürriyet ve bağımsızlık ateşinin yakıldığı bir gündür.
* 19 MAYIS bu özelliği ile Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri coşkuyla kutladığımız bir milli bayramımızdır.
* 19 MAYIS Türk Gençliğinin, Türk Milliyetçiliğinin Atatürk’ün kendilerine miras bıraktığı cumhuriyete sahiplenmesidir
.
***
Bu günlerden rahatsız olmak, önce sudan bir bahaneyle Cumhuriyet Bayramını kutlamamak şimdi de 19 Mayıs Bayramının Statlardaki o muhteşem coşkuyla kutlanmasını yasaklamak hangi aklın hangi mantığın ürünüdür?...
Yoksa bu gibi tasarruflar Atatürk’ün ve Atatürk Milliyetçiliğinin ayak izlerinin peyder pey silinmesine yönelik bir tasarruf mudur?...
GÜNCELLEŞTİRİYORUZ, GELİŞTİRİYORUZ, ADI ALTINDA TÜRK GENÇLİĞİNİN GÖNLÜNDEKİ 29 EKİMLERİ…. 19 MAYIS’LARI ALACAĞINIZA GÖNÜLLERİNE YENİDEN BİR ÇANAKKALE RUHU AŞILAYINIZ!.... AŞILAYINIZ Kİ!.... BU VATANIN NASIL VATAN OLDUĞUNU DAHA İYİ ANLASINLAR… ANLASINLARDA GAFLETE, DALALETE, HATTA HATTA İHANETE SAPMASINLAR…
***
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk bir özdeyişinde der ki!....
“BENİM MANEVİ MİRASIM İLİM VE AKILDIR”
Şimdi böyle bir karara imza atanlara sormak isterim bu kararın alınmasında ilme ait, akla ve mantığa ait, milli birlik ve bütünlüğümüze ait ne vardır?....
***
Manevi mirasının ilim ve akıl olduğunu ifade eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün sağladığı manevi mirası sahiplenmek, ilim ve akıl dolu bir eğitimi yaygınlaştırmak ve o eğitimi yediden yetmişe bütün milletimize sunmakla görevli Milli Eğitimin 19 Mayıs’ın kutlanılmamasına yönelik çocukların bile kahkaha ile gülebileceği mazeretlere bir bakınız?.....
Bakınız ne diyor içerisinde ‘MİLLİ’ lik kavramı çıkartılmış eğitimimiz?...
“Kutlama törenlerinin hazırlık döneminin mevsim olarak soğuk bir zamana denk gelmesi nedeniyle sağlık sorunlarına yol açmasına, çalışma süresinin uzun olması nedeniyle öğrencilerin derslere ilgisinin azalmasına, motivasyonlarının düşmesine, gönüllü olmayan öğrenci velilerinin okullarla olan ilişkilerinin bozulmasına sebep olduğu yönünde duyumlar alınmaktadır."
***
Böylesine sudan bahane ve, duyumlarla 77 yıldır coşkuyla kutlamakta olduğumuz 19 MAYIS Bayramı kutlanmaya bilir mi?...
Kaldı ki cumhuriyete gönül vermiş gençlerimizin, velilerimizin böyle bir gerekçe ile okullarla ilişkileri bozulabilir mi?... Buna aklı selim insanlarımız değil kargalar bile güler. Çünkü 19 Mayıs hareketlerine katılan öğrencilerin velileri de aynı coşkuyla bu bayramı kutlamaktadırlar. Bu yüzden topu velilerin üzerine atmanın hiçbir mantığı yoktur.
Ben bu tasarrufta amacın üzüm yemek olmadığını, amacın bağcıyı dövmek olduğuna inanmaktayım. Bu yüzden ben!...Tek başıma kalsam da yaşadığım sürece bütün milli bayramlarımızı dolayısıyla 19 Mayıs’ı da büyük bir heyecanla, büyük bir coşkuyla kutlayacağıma yemin ediyorum.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 19 Ocak 2012

RAUF DENKTAŞ'IN AZİZ HATIRASINA


































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

RAUF DENKTAŞ’IN AZİZ HATIRASINA

13 Ocak 2012 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı kaybettik. Bu muhterem insan çok önemli bir devlet ve siyaset adamıydı. Ömrünü Kıbrıs ve Kıbrıs Türkleri için harcamıştı. Kıbrıs’ın bağımsızlığında onun sınırsız mücadelesi ve alın teri vardı.Bu muhterem insanla 24 Aralık 2008 tarihinde Elazığ’a teşriflerinde kendisini karşıladığımız Elazığ Atatürk Hava Alanında tanışmış ellerinden öpme şerefine nail olmuştum.
Merhuma Tanrı’dan rahmet dilerken, Yüce Türk Milletine ve Kuzey Kıbrıslı Türk kardeşlerimize baş sağlığı diliyorum. Rauf Denktaş’ın aziz hatırasına hürmeten onunla ilgili 30 Aralık 2008 tarihinde kaleme aldığım bir yazımı sevgili okurlarıma paylaşmak istiyorum.…
İşte o yazı:
RAUF DENKTAŞ’I DİNLİYORUM

Tarih 24 Aralık 2008
Yer, Elazığ hava alanı.
Ankara uçağı inmek üzere. Uçakta Türk milletinin baş tacı ettiği tarihi bir şahsiyet var.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş.
Bu isim Elazığ için çok özel bir isim. Vatanına milletine bayrağına sadık bir toplum olan Elazığ halkı bu değerlere bağlı olduğuna kalben inandığı bir şahsiyeti, bir büyük devlet adamını, bir ulu çınarı karşılamak için burada.
Hiç kimse dondurucu soğuğa aldırmıyor.
Herkes Sayın Denktaş’ı görmek, onun elini öpmek için sabırsızlanıyordu. Biz de bu şerefe nail olmuş kişilerdendik. Çünkü Sayın Denktaş eli öpülecek bir devlet ve siyaset adamıdır. Onun en büyük özelliği mücadeleci ruhudur, vaz geçilmezliğidir.
Bir ömrü Kıbrıs Türk halkı için harcayan, acı çeken, zaman zaman yalnız bırakılan bir serdengeçti, bir mücahit olmasıdır.İnandığı yolda yürüyen, Atatürk ilke ve inkılaplarına sıkı sıkıya bağlı onun ilkelerini kendisine ilke edinen ilkeli bir lider.
Onun geniş ufkunda Türklüğün önemi ve özeti saklı.
***
Aynı günün akşamı.
Yer Fırat Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi.
Sahnede her Türk’ün gönlünde yer verdiği, saygı gösterdiği, özlem duyduğu bir ulu çınar. Bir Devlet ve siyaset adamı. Canlı bir tarih. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş.
Protokol sırasında Elazığ Valisi Muammer Muşmal, Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu, Doğu Akdeniz Üniversitesi rektörü Ufuk Taneri, Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Harid Fedai, Prof. Dr. Ata Altun, Rektörümüz Feyzi Bingöl, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan ile Kıbrıs’tan ve diğer şehirlerimizden gelen çok değerli misafirler.
Salon tıklım tıklım dolu. “Mücahit Denktaş” sloganları salonu çınlatıyordu. Sayın Denktaş bu tezahüratlar arasında mikrofona yaklaştı. Kendisinden evvel aynı mikrofonda Tabip Tuğgeneral Nihat İlhan 24 Aralık 1963 tarihinde Rumların üç oğlunu ve eşini nasıl katlettiklerini göz yaşları arasında anlatarak çok duygusal bir konuşma yapmış tümüne yakın bir dinleyici kitlesini ağlatmıştı. İşte Sayın Denktaş böyle biri ortamda sözlerine Nihat Paşa’ya hitaben “ Siz üç evladınızı şehit verirken vatan sağ olsun dediniz” diyerek başladı ve sözlerine Biz bu vatandan, bu bayraktan, bu hürriyetten vaz geçmeyeceğiz. Atatürk’ün bize verdiği her şeyi koruyacağız. Diyerek devam etti.
Salonda kopan alkış tufanı Sayın Denktaş’ın konuşmasına mani oluyordu. Bir ara yapılan tezahüratın ve çılgınca alkışların bitmesini bekledi. Konuştuğu kürsünün üzerindeki bardaktan bir iki yudum su aldı ve bu kez “Sevgili Gençler” diyerek sözlerine başladı. “Atatürk yolu hürriyet yoludur. Sakın ola bu yoldan ayrılmayınız. Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlanınız. Tek kurtuluş yolu budur dedi. Sözlerinin devamında; Kıbrıs’ta başlatılan müzekkerelerin hedefinde tek millet, tek devlet esası olduğu sürece Kıbrıs’ta istikrar ve çözüm olamayacağını, Bizim ise tek hedefimiz Kıbrıs ta iki halk, iki devlet ilkesidir. Kıbrıs Rum’u ise bu tezimizi ret etmektedir. Bu gün burada Kıbrıs şehitlerini konuşurken Kıbrıs’ı konuşmamak mümkün değildir. Kıbrıs topraklarında 60-70 bin şehidimiz yatmaktadır. Ne yazık ki Rumlar yol genişletilmesi adına bu şehitlerimizin kabirlerini sökmektedirler. Biz Kıbrıs’ta bu güne kadar bunları gördük, bin bir çeşit zulüm gördük, bayrağımızın gönderinde indirilişini gördük. Küçücük çocukların katledildiklerini gördük. Ta ki Türk Alayının Kıbrıs’a gelmesine kadar.
Türk askeri ile birlikte Kıbrıs’a hürriyet geldi.
Bir dert pınarıydı Sayın Denktaş. Sözlerinde hüzün vardı, çile vardı, gam vardı. Bir müddet suskun kaldı. Salonda bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Bu sessizliği yine kendisi bozdu.
Ne dedi biliyor musunuz?
Ermenilerden özür dileyen bedbahtlara inat Kıbrıs Rum’unun Türk milletinden özür dilemesini daha ötesinde tazminat ödemesini ve suçlarını kabul etmesini istedi.
***
Koca bir devlet ve siyaset adamı, bir ulu çınar, bir canlı tarih bunları söylerken tarihinden bihaber içimizdeki bedbahtlar hâlâ Ermenilerden özür dileme kampanyası açıyor Kıbrıs’taki 60-70 bin şehidimizin kemiklerini sızlatıyorlardı. Tarihini karalayarak şanlı ecdadına iftira etmekten utanmıyorlardı. Biz ise bunları adam yerine koymuyor, sözlerini kaalâ almıyorduk. “İt ürür kervan yürür” sözleri bunlar için söylenmiş olsa gerek deyip geçiyorduk.
Vakit bir hayli ilerlemişti. Sayın Denktaş ve diğer konuklarımız yol yorgunuydu. Bunu hisseden o ulu çınar sözlerine son noktayı koyarken AKM’ yi dolduran yüzlerce Atatürk gençliği bu büyük lideri elleri kızarıncaya kadar çılgınca alkışlıyorlardı.(24 Aralık 2008)
***///***
Mehmet Şükrü Baş 16 Ocak 2012 Elazığ Nurhak Gazetesi

GÖNÜLLERDEKİ VE DİZELERDEKİ ATATÜRK

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
Mehmet_sukru_bas@mynet.com

GÖNÜLLERDE VE DİZELERDEKİ ATATÜRK

Kırk veya kırk bir sene önceydi…
Yaşına ve konumuna saygı duyduğum bir aile büyüğümüz bize gelmişti. Yatsı namazını kılacağını söyledi, yan odaya aldım, seccadesini serdim. Etrafına bakına bakına seccadeye doğru yürürken birden “Seccadeyi topla burada namaz kılınmaz” dedi.
Şaşırıp kalmıştım neden acaba?...
Meğerse Çanakkaleli bir asker arkadaşımın bana gönderdiği seramik üzerine resmedilen Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün duvarda asılı resmini görmüş de Atatürk’ün resminin bulunduğu odada namaz kılınamayacağına hükmetmişti. Aile büyüğümüz bunun sebeplerini açıklamaya çalışırken Atatürk’e karşı bir haylide saygısızca ifadeler kullanmıştı. Daha fazla dayanamadım. “Bak Hacı” dedim. “Bana ne dersen de ama benim yanımda çok büyük bir değeri ve yeri olan Atatürk’e söz söyleme” dedim.
Hacı küstü, hacı gitti, gidiş o gidiş bir daha gelmedi…
O günden bana sadece o tarihte yazdığım “Şeytan deyip taşlarım” başlıklı bir şiirim hatıra kaldı.

Atama dil uzatan babam olsa haşlarım, Bakmam gözü yaşına, şeytan deyip taşlarım. Benim için mukaddes, vatan bayrak ve atam. Ya aptaldır ya hain bunlara dil uzatan.

Aradan kırk seneyi aşkın bir zaman geçti…
Cehalet mi deseniz, kin mi deseniz, aptallık mı deseniz. Ne derseniz deyin bu örümcek kafalıların sayıları gün geçtikçe çoğaldı. Ülkede siyaset, tarih ve kültür dâhil her alanda Atatürk’ün ve Atatürk milliyetçiliğinin ayak izleri silinmeye çalışıldı.
İşin en acı tarafı bu eylemler yazarların, çizerlerin, eğitimcilerin, profluk mertebesine kadar yükselmiş ancak tahsilin sadece üzerlerindeki cehaleti aldığı eşeklerin elinde ve dilinde yapılmaya başlandı.
Atatürk’e saygısızlık ve Atatürk düşmanlığı tavan yaptı.
Oldukça manidar, oldukça üzücü, oldukça çirkin…
Bakınız ne diyor “Behey Dürzü” başlıklı şiiriyle Mutlu Çelik üstadımız Ulu Önder Atatürk hakkında ki içi boş konuşmalara öğle bir cevap veriyor ki Atatürk’ü tanımanın Kemaliyet olduğunu ispat ediyor.

İşgaldeki hali sakın unutma!..
Atatürk’e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın ama…
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.

Onların babasının kim olacağını eğitimci şair ve yazar kardeşim Dursun Elmas “Atatürk’üm olmasıydı” şiiriyle bakın nasıl tarif ediyor.

Haçlı ruhu delirmişti
Koca çınar devrilmişti.
Bu yurt bile verilmişti,
Atatürk'üm olmasaydı.

Saldırmıştı koca düşman
Seyrindeydi bütün cihan.
Teslimdeydi Anavatan
Atatürk'üm olmasıydı.

Kahpe düşman gitmiyordu,
Zulüm bitmek bilmiyordu.
Ocağımız tütmüyordu
Atatürk'üm olmasaydı.

Silinmişti kimliğimiz,
Bozulmuştu birliğimiz.
Yok, olmuştu dirliğimiz
Atatürk'üm olmasaydı.

Bugünlere gelemezdik
Okul nedir bilemezdik.
Kitap yüzü göremezdik
Atatürk'üm olmasıydı.

Bayrak olmazdı gönderde
Çan çalardı minarede.
Baykuş öterdi camide
Atatürk'üm olmasaydı.

İşte seviyesizce, ahlaksızca dil uzattığımız Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk olmasaydı!….Ne ezan okuyacak bir minare…. Ne namaz kılmak için seccademizi serebilecek bir daire…. Ne eğitimizi yapacak bir okul… Ne unvan alabileceğimiz bir mevki ve makam…. Nede istiklal ve hürriyetimizi yaşayacak bir vatan bulamazdık.
İşin en acısı anamız belli olurdu ama babamızı tanıyamazdık.
Yazımı noktalarken!...
Etrafımda gördüklerim, duyduklarımdan ve okuduklarımdan etkilenerek kaleme aldığım bu yazıda….
Atatürk’ümüz hakkında ileri geri konuşanlara, ona dil uzatanlara, saygısızlık yapanlara Mevlana Hazretleri’nin o muhteşem dörtlüğü ile cevap vermek yerinde olur kanaatindeyim.
Mevlana Hazretleri diyor ki!...

Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var ama.
Önce lafa bakarım laf mı diye,
Sonra söyleyene bakarım adam mı diye.

***
NOT: Bu yazım Şair Eşref’in deyimi ile numarasız bir gözlük gibidir. İsteyen gözüne takabilir, isteyen istediği gibi kullanabilir. Onlara armağanımdır.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 05 Ocak 2012

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZ YAŞLARI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

NİHAT İLHAN PAŞANIN GÖZYAŞLARI

24 Aralık bizim için çok önemli, önemli olduğu kadar da hüzünlü bir hadisenin yıl dönümüdür.
İnsanlık adına, insanlıktan utanılacak kadar, dünyada eşi ve benzeri olmayan, dünya durdukça o hadiseden daha onursuz, daha haysiyetsiz, daha kişiliksiz bir olayın yaşanmayacağı bir hadisenin yıldönümüdür.
Bu günün unutulmaması ve unutturulmaması için 29 Aralık 2008 tarihinde bu sütunda aynı başlıkla yazdığım bir yazıyı yeniden yayınlama ihtiyacını duydum.
İşte o yazı:
***
Sene 1963!..
24 Aralık’ı 25 Aralık’a bağlayan gece. Hıristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın doğum günü, yani Noel. Hıristiyanlar o gece, bu Noel’i kutlayacaklar; ama nasıl?
Noeller en iyi şekilde nasıl kutlanır?
Türkleri katletmekle,
Kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden masum insanları kurşuna dizmekle,
***
İşte o gün dünya durdukça hiçbir tarihin bu kadar onursuzca, bu kadar canavarca işlenmiş bir katliamı yazamayacağı bir katliam yapılıyor. Hiçbir insanın, hatta hatta hiçbir hayvanın yapamayacağı insanî ve merhamet duygularından uzak, hayâsızca ve alçakça bir katliam yapılıyor.
Bu katliamı, o katliamı yaşayan bir sabır timsali insandan, bir doktor babadan, bir paşadan dinleyelim. Biz bu hadiseyi daha doğrusu bu katliamı unutturmamak adına iki yıl önce bu tarihte Elazığ’a gelen Nihat İlhan Paşa’nın AKM’ de gözyaşları ile anlattığı o meş’um geceye dönelim
***
Tarih, 24 Aralık 2008.
Yer, Fırat Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi.
Protokol sırasında:
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş,
Elazığ Valisi Muammer Muşmal,
Belediye Başkanı Süleyman Selmanoğlu,
Doğu Akdeniz Üniversitesi rektörü Ufuk Taneri,
Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Harid Fedai,
Prof. Dr. Ata Altun, Rektörümüz Feyzi Bingöl, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Genel Başkanı Ahmet Göksan ile Kıbrıs’tan ve diğer şehirlerimizden gelen çok değerli misafirler.
Sahnede bir sabır abidesi, “Çocuklarımın yaralarını saramadım.” diyen bir cerrah, bağrı yanık bir baba ve bir asker, bir emekli paşa, Tuğgeneral Nihat İlhan.
Nihat İlhan salonu dolduran Elazığlılara hitap ederken o koca salonda çıt çıkmıyordu. Nihat İlhan anlatıyor, anlattıkça o acı günleri yeniden yaşar gibi oluyordu. Bir ara dudakları titredi. Kelimeler boğazında düğümlendi ve o güngörmüş, savaş görmüş, acı görmüş Paşa “Asker üşümez, asker acıkmaz, asker ağlamaz.” söylemine sadık kalmak için gözyaşlarını saklıyordu. Bir müddet titreşen cümlelerle sözlerine devam etmek istedi ise de daha fazla başarılı olamadı. Hiçbir zaman hiçbir güç karşısında yenilmeyen Nihat Paşa gözyaşlarına yenik düşüyor, ağlıyordu. Sadece o mu ağlıyordu? Dinleyenlerin yüzde yüzü ağlıyordu. Ben ağlıyordum, yanımdakiler ağlıyordu.
Salonda bayılanlar oluyordu.
Şayet ağlamayacaksanız Nihat Paşa’nın söylediklerine dönelim:
***
“Rumlar, Kıbrıs Türklerine karşı hunharca bir saldırı başlatmıştı. 24 Aralık akşamı Lefkoşa’nın batı kesimindeki evimizi de bastılar. Eşim Mürüvet Hanım, birisi daha altı aylık, diğeri dört, bir diğeri ise yedi yaşanda olan üç oğlunun pijamalarını giydirmiş, yatağı henüz açmıştı. Rumlar geldi… Mürüvet Hanım, kapının önündeki Rumca konuşmaları duyar duymaz, çocuklarını kaptığı gibi banyoya koştu. Oğullarını küvetin içine doldurdu; sarmaladı, bağrına bastı. O gece evde bulunan ev sahibi Hasan Efendi ile eşi Feride Nineyi tuvalete sakladı, kendisi de bir köşeye büzüldü. Feride”nin kız kardeşi beş aylık bebeği Işıl’la banyonun bir köşesine sığındı.
Evdekiler saklanmaya çalışırken kapı kırıldı, makineli tüfekler çalışmaya başladı. Rumlar çocuk, yaşlı, kadın demeden savunmasız körpecik bedenlere otomatik silahlarla ateş ettiler. Eşim üç çocuğumu banyodaki küvetin içerisine koydu. Kendisini yüzükoyun onların üzerine örtü yaptı. Rumların ellerindeki ölüm kusan otomatik silahları adeta kan kusuyordu. Çocuklarımın içerisinde olduğu küvet bir kan gölüne dönüşmüştü. Kendisini çocuklarına siper eden annenin sırtından giren yirmi yedi mermi göğsünden çıkarak kanadı altındaki yavrularının körpe bedenlerine saplanmıştı. Orada insanlık adına bir vahşet ve alçakça işlenen bir cinayet vardı.”
Nihat Paşa kırk beş yıl sonra o acıları yeniden yaşar gibiydi. “Ünlü bir cerrah olmama rağmen çocuklarımın yaralarına bakamadım.” diyordu. Gözlerinden akan yaşları göstermemeye özen gösterse de başarılı olamıyordu. Konuştuğu kürsünün üzerinde bulunan bir bardak sudan bir iki yudum aldı. Belli ki su bile boğazından gitmiyordu. Salonda derin bir sessizlik vardı. Bir ara yerimden kalkıp Atatürk’ün elini öpme şerefine nail olan o koca çınarın ellerinden öpmek geldi içimden. Bir süre dinlenir gibi gözlerini tavana dikti. Belli ki yıllar öncesine, o hüzün dolu, o çile dolu yıllara gitmişti. Kendine döndü bir salona, bir salondaki pür dikkat kendisini dinleyen gözü yaşlı insanlara baktı ve sözlerine kaldığı yerden devam etti.
Dudakları titriyordu. Kelimeler cümleler titriyordu. Ağzından çıkan sözler ağlıyor, dinleyen misafirler ağlıyordu. AKM soğuk olmasına rağmen insanları ter basıyor, efkâr basıyordu. Böyle bir ayıptan insanlık ağlıyordu. Nihat İlhan Paşa’nın gözyaşları bize bağımsızlığın, bize hürriyetin, bize Cumhuriyetin önemini o kadar güzel anlatıyordu ki!
Sözlerinin burasında bir müddet suskun kaldı Nihat Paşa. Gerilere, çok gerilere gitti. “Ben zaten biliyordum.” diyerek sözlerine devam etti:
“Evet, ben biliyordum. Onların şehit olacaklarını görmüştüm. Hem de bir gece evvel! Karıma bir beyaz tuvalet diktirmiştik. Onu giymişti, Murat ve Kutsi’nin ellerinden tutmuştu. ‘Hakan nerede?’ diye sordum. Gökyüzünü gösterdiler. Uçuyordu. Sonra onlar da uçmaya başladılar. Beşparmak Dağlarını aştılar, Adana’ya, oradan da şimdi gömülü oldukları memleketim Elazığ’a doğru gittiler.”
***
Bu gidişi gören Yazar ve Şair dostum Doktor Ahmet Tevfik Ozan “Dört Güvercin, Beş Sevinç” şiirinde bakın nasıl değerlendiriyor bu mübarek olayı.
Dört Güvercin Beş Sevinç
Paşam, ne ki; can dediğin Dünya’da.. Bir bahar da yeşerecek dört çiçek! Melekleri görmek olmaz, rüyada Hakan, bulutları yalnız geçecek... Denize kavuşmuş balıklar gibi Çağırsan; gelecek, çıkmayacaklar! Rüya diyeceksin, gözlerin yaşlı Sırrını, denizin açmayacaklar... Harput Kalesi’ni seyreden beyaz Güvercin kanatlı, yalnız bulutlar.. Şehitler kervanı, içinden geçen Rüzgârı rüyada, nurlu kanatlar... Bir gün, dört güvercin; kapıyı çalar Beş olur sevinçler, bulutlar akar.. Feza, derinlerde bir nokta olur Harput sırtlarına o gün, nur yağar... Paşam, ne ki, can dediğin dünyada Bir baharda yeşerecek dört çiçek! Melekleri görmek olmaz rüyada Hakan, bulutları yalnız geçecek...
***
Biz de Hakan’ın bulutları yalnız geçtiğine inanıyoruz. Hakan bulutları yalnız geçecek. Çocuklarına örtü olan o mübarek annenin bedenine yirmi yedi kurşun isabet edecek. Üç yavrunun bulunduğu küvet kan gölüne dönüşecek ki bunlar Cennet’te Peygambere komşu, 253 bin Çanakkale şehidine yoldaş olsunlar.
Bunlar olacak ki vatan olsun.
Bunlar şehit olacak ki vatan kurtulsun.
1963 Aralık ayındaki o kanlı Noel’de eşini ve üç evladını toprağa verirken “Vatan sağ olsun!” diyen Nihat İlhan Paşamın kırk beş yıl aradan sonra o acıları aynı duygularla, aynı tazelikle yeniden yaşarken ayakta dimdik duruşu bize cesaret vermiş, bu duruş bu vatanın nasıl vatan olduğunu bir kere daha gözler önüne sermiştir.
Şehitlerime rahmet olsun, şehit ailelerinin başı sağ olsun.
“VATAN SAĞOLSUN!”
***///***
Mehmet Şükrü Baş 24 Aralık 2011

TAYYİP'İN KUZULARI (PARALI KUZULAR)



MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com


TAYYİP’İN KUZULARI
(PARALI KUZULAR)







Yıl 1914…
Yer Çanakkale…
Asım’ın nesli “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ” dedi ve Çanakkale geçilmedi.
Okuldan kaçan cepheye koştu.
Baba ocağından, Ana kucağından, yar kucağından cepheye koşanlar açlık ve yoksulluğun yanında yedi düvelle de amansız bir savaşın içerisinde yer aldılar.
Çoğunluğu lise öğrencisi olan 253 bin kınalı kuzudan hiç birisi geri dönmedi.
Böylelikle Çanakkale geçilmedi.
Çanakkale’yi geçilmez kılan Bu kahramanların adı ANA KUZULARI Türk Milleti’nin gönlündeki adıyla da “KINALI KUZULAR” DI.
Ruhları şad, mekânları cennet olsun.
***
Yıl 2011…
Yer Ankara…
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bedelli askerlik hakkında açıklama yapıyor ve mealen diyor ki!...
“Askerlik hizmetini yapmamış ve otuz yaşından gün almış her birey otuz bin TL’yi bastırınca yirmi bir günlük temel eğitimleri de dâhil olmak üzere askerlik hizmetini yapmış sayılacaklar.” Diyordu…
Bu ifadeyle bu kategorideki her Türkiyeli (!) vatandaş kaba bir tabirle askerlikten sıyırıyordu.
Bunların adı da TAYYYİP’İN KUZULARI diğer adıyla “PARALI KUZULAR” DI…
İşleri güçleri rast gelsin. Onlar için para demek vatan demek, bayrak demekti...

***
Yıl 1914, aylardan Kasım…
Haçlı ruhunun delirdiği o kanlı savaşta ana kuzusu “KINALI KUZULAR”IN can damarlarımızdan birisi olan Çanakkale boğazının geçilmemesi için hayatta kalmaları, onun içinde yemeleri, içmeleri gerekiyordu. Sabah bir tas şekersiz üzüm hoşafı, öylen bazen yok, bazen sadece yarım bir somun ekmeği, akşam yine şekersiz üzüm hoşafı ile karınlarını doyurmaya, ayakta kalmaya çalışıyor, vatan savunmasını yapıyorlardı.
Bu amansız can pazarında kan ve barut içerisinde üstlerinde yoktu, başlarında yoktu, ellerinde tüfekleri, tüfeklerinde mermileri yoktu. Ama gönüllerinde her sevgiden üstün adına “Vatan sevgisi” dedikleri yüce bir sevgi vardı. İşte bu vatan sevgisi ya ilelebet var olacak yada(!)….
İşte o yâdayı yazmaya dilim varmıyor, yazamıyorum...
***
Yıl 2011, yine bir Kasım…
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan’a para lazım olduğu gibi kuzularına da para lazımdı. Onların da askerlikten sıyırmaları, bu peygamberler ocağına girmemeleri için otuz bin liraya ihtiyaçları vardı. Demokrasilerde çareler tükenmiyor. Ülkemizdeki bütün bankalar kendi aralarında Çanakkale savaşına benzer bir rant savaşı başlatıyorlar. Taliplere uzun vadelere yayılan borçlanmalar karşılığında kredi vermeye başlıyorlar.
İki senelik, beş senelik, on senelik krediler.
Otuz yaşına kadar askere gitmeyenlerin bundan sonra da askere gitmemeleri için verilen krediler
Maksat vatan kurtulsun.
Ne diyelim öyle olsun…
***
Bu vatan sevgisi var ya vatan sevgisi, Ana kuzusu gibi, kınalı kuzular, Bu yüzden ki, Sakarya’da Çanakkale’de Yedi düvele karşı koydular. Ah bu vatan sevgisi Sevgilerin en yücesi Can içinde can Önce Vatan, önce Vatan

***///***
Mehmet Şükrü Baş 28 Kasım 2011