21 Şubat 2011 Pazartesi

BU ATEŞİ KİM YAKIYOR..






MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BU ATEŞİ KİM YAKIYOR?..

Geçen gün “Bu kazanı kim kaynatıyor?...” Başlığı altında bir yazı kaleme almış, Ortadoğu dediğimiz coğrafyada yer alan ülkelerin düştükleri durumu ele almıştık. Dini konulara girmek kur’andan, ayetten, hadisten bahsetmek benim haddim değildir. Ancak Kur’anı Kerim’de var olan bir ayette “Her toplum layık olduğu idare ile hükmolunur” hükmünün yer aldığı bilgim dâhilindedir.

***

Hal böyle olunca koca bir İslam âleminin Allah’ın lanetlediği bir kavim olan bir vilayet büyüklüğündeki İsrail önünde düştüğü bu durum zilletten başka bir şey değildir. Oysa İslam âleminin içerisinde bulunduğu bu durumun müsebbibi sadece İsrail’de değildir. Zira bu coğrafyada yaşayan ülkelere bir göz attığımızda Pakistan’ın, Mısır’ın, Lübnan’ın, Libya’nın, Filistin’in, Yemen’in, İran’ın, Irak’ın içler acısı durumu bu ülkelerdeki idarenin ehil ellerde olmayışının bir kanıtı AYETİN İSE HÜKMÜDÜR.

***

Sizler Türkiye’nin milli davası olan 40 yıllık Kıbrıs davasında yanımızda olan Kıbrıs’ı devlet olarak tanıyan ve bizi destekleyen bu coğrafyada var olan bir devlet duydunuz mu?...

Duyamazsınız.

Sizler Türkiye’yi ziyaret eden bu ülke liderlerinin Anıtkabir’e çıktığını gördünüz mü?...

Göremezsiniz!...

Çünkü çıkmazlar.

Çünkü onların Ulu Önder Atatürk’ü anlayacak ve onun ilkeleri hakkında görüş sahibi olacak beyinleri yoktur. Çünkü o ülkelerin tarihinde Atatürk gibi bir lider gelip geçmemiştir. Böyle olunca Atatürk’ün çağın dehası olduğunu kabul etmez, Türkiye’nin büyüklüğünü hazmedemezler. Şu gerçeği de görmemiz gerekir ki yıllarca bu topraklara yol götüren su götüren okul ve medrese götüren aş veren işveren Osmanlı’yı bunlar arkalarından hançerlemeselerdi orta doğu bu gün bu hale gelmezdi.

O ülkelerle ülkemizi, o ülkelerin liderleri ile Ulu Önder Atatürk’ü mukayese ettiğimizde arada okyanusları görürsünüz. Ülkemizde din ile devlet biri birinde farklı değerlerdir. Onlarda siyaset dinin emrinde gözükse, din siyasetin emrindedir. Din siyasete alet edilmektedir.

Onlarda liderler kendi ikballeri ve çıkarları için çalışırken Atatürk milletinin hürriyet ve istiklali için çalışır. Atatürk yurtta barış cihanda barış derken onlar bağımlılık ve kölelik der. Atatürk Cumhuriyet der onlar tarikat der, Atatürk aydınlık der onlar hurafe der, cin der şeytan der.

Bu örnekler çoğalıp gider.

***

Eğer ki bunlar Ulu Önder Atatürk’ü anlayabilselerdi hurafelerden arınıp dünya gerçeklerini, cumhuriyetin nimetlerini, demokrasinin güzelliklerini tanıyıp bilselerdi eminim ki bu gün içerisinde bulundukları zilletten kurtulmuş olurlardı. Ama onların öyle bir idealleri yok ki onların tek idealleri topraklarında dikta ile hüküm sürmek, insanlara zulmetmek ve onları köleleştirmek kendilerini zenginleştirmektir.

Dönüp de bir bakınız!...

Saddam’a bakınız

Mübarek’e bakınız,

Kaddafi’ye bakınız,

Bunların demokrasiye yaklaşımlarına bakınız…

Bunların da sayısını çoğaltmak mümkün.

***

Bu ülkeler hiçbir zaman hiçbir devirde dost ile düşmanını ayırt edemeyecek kadar gaflet ve dalalet içerisindedirler. Osmanlı’yı arkadan vurmaları İngiliz’i Osmanlı’ya tercih etmeleri onların geleceği görememelerinden kaynaklanan vahim bir hadisedir. İşte o gerçek adım adım gerçekleşmektedir. Arap ülkeleri bu gün bu coğrafyada Osmanlı’ya yaptığı ihanetin bedelini ödemektedir. Zaten Nebiler Nebi’si peygamberimiz onları daha iyi tanıyor olacak ki “Ben Arap’ım ama Arap benden değildir” demiştir.

Teknolojinin altın çağını yaşadığı günümüzde hala çadırı konuta, demokrasiyi kraliyete tercih eden, tarikat liderlerinin dizleri dibinde diz çöken liderlerin var olduğu bir toplumda daha fazlasını beklemek de hayalcilik olur. Onların bu hasleti kapılarındaki tehlikeyi görmemelerinden kaynaklanmaktadır. Komşusunda fokur fokur kaynayan kazanı görmüyorlar, bu kazanın altına odun atanları bilmiyorlar, tanımıyorlar. Yarın kendilerini de sokacak olan yılan için “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” diyerek tepelerine binmek için fırsat gözeten ülkelere dua ediyorlar.

Anlayan varsa beri gelsin.

***///***

Mehmet Şükrü Baş Elazığ 23Şubat 2011

20 Şubat 2011 Pazar

BU KAZANI KİM KAYNATIYOR?...












MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BU KAZANI KİM KAYNATIYOR?....

“O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı.”

Bu ifadeler Ulu Önder Atatürk’ün ölümünden sonra bir Alman profesörü olan Walter L. WRIHT’in dünya liderleriyle birlikte Atatürk hakkında yetmiş küsur yıl önce söylediği tarihe mal olan bir ifadesidir.
Bu ifadeleri tercüme edebilir, Ulu Önder Atatürk’ü anlayabilirsek bir cadı kazanının kaynadığı bu coğrafyadaki yerimizi daha iyi idrak eder, ayaklarımızın üzerindeki durabilme gücünü nereden aldığımızı daha iyi görebiliriz. Dahası bu cadı kazanının altına kimlerin odun attığını da daha iyi anlayabiliriz.

***

Üzerinde yaşadığımız bu coğrafyaya dönüp de baktığımızda her ülkede bir cadı kazanın kaynadığını görmemiz mümkündür. Bu kazanın altına kâh Amerika odun atıyor kâh Avrupa. Bunlar yetmiyormuş gibi bunların işbirlikçileri, hainler, yobazlar, cahiller bunların yardakçılığını yapıyor.

Hepsi aynı fikirdeler, hepsi bir tuzağın içine düşmek üzereler, hepsi gaflet, dalalet ve ihanet içerisindeler.

Bu ihanete maruz kalan ülkelerin başında Irak’lar, İran’lar, Mısırlar, Lübnan’lar Libya’lar ve daha pek çok Ortadoğu ülkeleri gelmektedir. Çünkü sözüm ona demokrasi havarisi kesilen ABD ve Avrupa birliği ülkeleri bu yerlere demokrasi götürebilmek için sırada beklemektedirler. Ne yazık ki bu ülkeler de bu tehlikeyi görmüyorlar sezinlemiyorlar. Çünkü bunları idare edenler ülkelerinin ve ülke insanlarının çıkarları yerine kendi kişisel çıkarlarını düşünen birer diktatördürler.

***

Oysa bunlarda Allah’ın lütfettiği petrol gibi büyük bir silah vardır. Zenginlik vardır, servet vardır. Buna rağmen bu coğrafyada ayakları üzerinde durabilen bir ülke bulabilmemiz mümkün değildir. Oysa Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün dişiyle tırnağı ile kurduğu genç Türkiye Cumhuriyeti bütün iç ve dış ihanetlere rağmen kendi ayakları üzerinde vakariyetle durabilen tek ülkedir. Bunun da tek sebebi Genç Türkiye Cumhuriyetinin temellerini güçlü bir şekilde atan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. O Atatürk’ki dünyanın hiçbir ülkesinde şahsı ve yakınları adına tek kuruş menfaat edinmemiş Yaşadığım sürece milletimi aldatmamakla iftihar etmekteyim diyerek vatanına ve vatandaşına olan bağlılığını dile getirmiştir. Onun ilke ve inkılâpları, demokrasiye olan bağlılığı bu yanardöner coğrafyada bize yol göstermiştir.

Biliyor ve inanıyorum ki pusulamızı şaşırmadıkça gösterilen bu aydınlık yolda yürüdükçe aşamayacağımız hiçbir engel olmayacak ve hiçbir güç bu sattı vatan üzerinde kirli emellerini sahneye koyamayacaktır.

***

Dönüp de etrafımıza bakacak olursak demokrasiyi götürme adına Irak’ın, Pakistan’ın, Hindistan’ın, Filistin’in, Lübnan’ın, Mısır’ın ve nihayetinde kırk yıllık bir diktatörün idaresindeki Libya’nın içerisinde kaynayan cadı kazanını görebilmemiz mümkündür. Bugün bunların düştüğü duruma yarın hangi ülkeleri düşebileceği ise çok yakın bir ihtimal olmasına rağmen şimdilik meçhuldür. Eğer ki bu ülkelerin tarihinde bir Atatürk olsaydı bu ülkeler cumhuriyetin niteliklerini içlerine sindirebilselerdi, din işlerini devlet işlerinden ayırabilselerdi bu ülkelerin hiç birisi bu gün ayaklarlar altında sürünmeyecek, ülke bütünlüğünü tehlikeye atmamış olacaklardı. Ama yapmadılar, yapamadılar. Çünkü onlar Atatürk gibi ülkesinin ve milletinin istikbali için değil, kendi ikballeri ve yandaşları için uğraştılar. Milletleri açlıktan kırılırken milyarlarca dolar ülke kaynaklarını yurt dışına kaçırdılar.

***

Orta doğu dediğimizde genellikle İslam ülkeleri akla gelmekte her İslam ülkesinin mutlaka birilerinin himayesinde yer alması ve kendi ayakları üzerinde duramaması gerek inancımız, gerekse üzerinde yaşadığımız bölgemiz açısından bir felakettir.

Bu felaketten kurtuluşun tek reçetesi ise Ulu Önder Atatürk’ün Genç Türkiye Cumhuriyetinin temellerini attığında yazdığı reçetedir. Bize düşen her halükarda bu reçeteyi tatbik etmektedir.

1938’lerde bu gerçeği gören Fransa’nın Noel Roger Gazetesi şu ifadelerle Atatürk’ü tanıtmaya çalışmıştır. “Atatürk' ün yurtlarının kurtarıcısı olduğunu, milletlerin en vefalısı olan Türkler asla unutmayacaklardır”.

Elbette unutmayacağız!

Atatürk unutulacak bir lider midir?

Atatürk’ü tanımak, onun ilke ve inkılâplarını savunmak ve onun yolunda ayrılmamak hür olmaktır, hür yaşamaktır. Kısacası adam olmaktır.

***///***

Bu yazı:

21 Şubat 2011 tarihli Malatya Hâkimiyet Gazetesinde,

Aynı tarihli Elazığ Nurhak Gazetesi ile Kanal 23’de yayınlanmıştır.

18 Şubat 2011 Cuma

MUSTAFA KEMAL’İN SECCADESİ…









MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

MUSTAFA KEMAL’İN SECCADESİ

Prof Dr. Ramazan Demir Hocamız lütfetmiş e-postama kendisi kadar değerli “Mustafa Kemal’in Seccadesi” başlıklı tarihe ışık tutacak öneme haiz bir yazı göndermiş.

Kendisine şahsım ve okuyucularım adına minnet ve şükranlarımızı arz ediyorum. Sağ olsunlar var olsunlar.

Bizler bu ülkenin evladı olarak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını okudukça, onu daha yakından tanıdıkça ona olan hayranlıklarımız had safhaya ulaşıyor. Gönül tellerimiz titriyor gözlerimiz yaşarıyor. Ona duyduğumuz minnet her duygunun önüne taşınıyor.

Sözü daha fazla uzatmadan sözü ehline bırakayım ve üstadımızın söz konusu yazısını noktasına virgülüne dokunmadan siz sevgili okuyucularıma sunmakla bir nebze de olsa bir görevi ifa etmiş olayım.

***

“Çanakkale Savaşlarında Türk Mehmetçiği sadece emperyalizme karşı savaşmıyordu; ayrıca karşılarında, emperyalistlerin kandırıp cepheye sürdükleri Müslüman askerler de vardı. Çanakkale’ye getirilen Hintli Müslüman askerler, nereye, ne için ve kiminle savaşmaya gittiklerini bilmeden...

Mescitli Gemiler

Güya Müslümanlıklarına herhangi bir “müdahil” olmadığını göstermek için “Mescitli Gemiler” oluşturulmuştu İngilizlerce... Hintli Müslümanları Çanakkale cephesine taşıyan büyük 3 İngiliz savaş geminin belli alanlarına Kur’an’dan ayetler ve hadisler asılarak, askerlerin namaz kılmaları için mescitler bile sağlanmıştı. Hintli Müslümanlar, dindaşı Türklerle savaşmaya gittiklerinden bihaberdiler…

Bu gerçekler, Selanik’teki İngiliz Başkonsolosluğundan Dış İşleri Bakanlığı'na yazılan belgede yer almaktaydı. Mondros’ta İngilizlerin üç nakliye gemisine bazı ayetler ve hadisleri asarak mescit haline getirdiklerini resmen kayıt altına alıyordu. Müslüman Hintlilere burada namaz kılma imkânı sağlayarak Türklere karşı savaşacaklarını gizlediklerini sanıyorlardı. O da yetmiyormuş ki Hintli Müslüman’la askerlerin Ramazan ayında oruç tutmalarına müsaade edildiği, yiyeceklerin İslami esaslara göre hazırlandığı dikkatle propaganda ediliyordu…

Aynı belgede zavallı Müslümanların kimin ile savaşa girişeceklerinden de habersiz olduklarından de bahsediliyordu. Sıkı sansür nedeniyle bu Müslüman askerlerin savaş hakkında hiç bir bilgileri de olmadığı anlatılıyordu belgede... Çanakkale savaşları aynı zamanda İngilizlerin savaş hilelerini de ortaya çıkarıyordu böylece…

***

İşte böyle hilelerle Çanakkale’ye getirilen sömürge askerlerle Türk vatanını işgal etmek istiyorlardı. Güney cephesinde Osmanlı askerlerinin Bağdat’tan ayrılırken artlarında masum ve endişeyle bakan Araplar, gelecekte kendilerini koruyacak bir başka gücün olamayacağını bilerek endişelerini gizleyemiyorlardı. Ancak yapılacak bir şey olmadığını da biliyorlardı. İngilizler tarafından organize edilen bu mescitli gemi gibi Arap şeyhlerini satın alarak Türk askerini arkadan hançerlemenin vereceği sonuçlar ileride son derece ilginç bir taktiğin gizemini ortaya çıkaracaktı; o günlerde sade Arap toplumu bunun farkında değildi...

***

Çanakkale Zaferi, Türk askerinin sarsılmaz iradesi ile Türk tarihine altın harflerle yazılırken bir yandan da dünyanın şahit olduğu pek çok acıyı da gündeme taşıyordu; İtilaf Devletlerin donanması Çanakkale Boğazında Nusrat Mayın Gemisi kahramana yenilip derin sulara gömülürken bir yandan da pek çok acı gerçeğin de böylece su yüzüne çıkmasını sağlıyordu…

***

Hediye Edilen Seccade...

Öte yandan, Mustafa Kemal’in dindarlığı hakkında ileri geri konuşan meczupların, iftiralarına cevap olacak nitelikte bir olayı burada sırası gelmişken hatırlatmak isterim. "Tarihin Yıkılmaz Kalesi Çanakkale" adlı eserde zaferden sonra, savaşın gidişatını değiştirerek Çanakkale'yi "geçilmez" hale getiren Mehmetçik ve onun komutanı Mustafa Kemal'e hediye edilen iki seccadeden bahsediliyor ki, son derece önemli bir olaydır.

Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in ve Türk varlığının milli şuurunun ortaya çıkmasına vesile olmuş kahramanlık destanlarıdır. Bu kahramanlığın hatırası olarak ve o zor fakat başarılı günleri hatırlatmak amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e, Elazığ Valisi Sabit Bey tarafından hediye edilen iki seccadenin üzerlerine, Çanakkale Zaferi'ni hatırlatması için, Çanakkale haritaları işlenmişti... Bu incelik ve kadirşinaslık Gazi Paşa’yı son derece memnun etmişti...

Mustafa Kemal, seccadelerden birini Latife Hanım’a verir, yatak odasında namazını kılması için, bir tanesini de çalışma odasındaki soyunma dolabına koydurur. Ve kimsenin olmadığı saatlerde seccadeyi serer üzerine diz çöker, derin tefekküre dalar, kendi parasıyla Elmalı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Kuran Meali” tercümesini dikkatle okur. Bu ibadet sahnelerine araç olarak da o hediye edilen Çanakkale Haritalı seccade eşlik ederdi...

***

Aslında bu seccadelerin bir uzun hikâyesi vardır; yeri gelmiş iken onu da aktaralım; Elazığ Valisi Sabit Bey, Gazi Paşa için Çanakkale Zaferi hatırası olması için Sanayi Mektebi'ne üç seccade hazırlanması talimatını verir...

Neden üç tane, o bilinmiyor; belki bir tanesi de Fikriye Hanım için olabilir diye akla geliyor. Fakat işler yolunda gitmez; kalifiye halı ustaların azlığından dolayı bu seccadelerin tamamlanması uzun süre alır... Seccadelerin hazırlanması sürerken, o arada Enver Paşa’ya bir ulakla hediye gönderilir...

Vali, Gazi Paşa için ısmarlanan üç seccadeden biten bir seccadeyi, Enver Paşa’ya, "Allah sana çok önemli, şerefli ve büyük bir zafer ihsan buyursun" ayeti yazılı bir levha ile birlikte hediye olarak gönderir...

Geriye kalan iki seccade bittikten sonra Gazi Paşa’ya ulaştırılır.

İşte seccadelerin hikâyesi...

Neden mi anlattım bunu?

İngiliz riyakârlığını gösteren mescitli gemi ile taşınan Müslüman Hintlileri ve kendilerini kandırmış olabilirler, fakat ne Tanrı’yı kandırabildiler ne Türk’ün Çanakkale zaferini engelleyebildiler...

Gazi Paşa, samimi ve içten bir Müslüman olarak, Tanrı’ya yapacağı ibadetin neden gizli olması gerektiğinin sebebini arif olan anlar; yine de açıklayalım; Gazi Paşa, kimsenin yaptığı ibadetten dolayı etkilenip “din ticareti” yapmaması için ibadetini gizli yapmıştır. Sıradan bir vatandaşın ibadetini açıktan yapması ayrı şey, liderinki ayrı şeydi... İstismara meydan vermemek için, din istismarcıları için kötü örnek olmamak için...

Gazi Paşa, günümüzdeki din tüccarlarını tahmin ettiği için ibadetini hep saklı tutmuştur toplumdan...

Dini kullanarak milleti aldatmamıştır...

Eğer isteseydi, yani dini kullanmak isteseydi, kendisini “halife” ilan ederdi...

Ve o zaman Gazi Paşa’ma kimse “yobazca” laflar da söylemezdi...

Ama bunu yapmadı...

Tanrıya karşı görevin gizliliği, yani ibadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini anlatması kadar mükemmel bir davranış olabilir mi?

Tabii ki anlayana...

31.01.2011 Ramazan Demir www.r-demir.com

***

Söyleyecek söz kalıyor mu? Sevgili okurlarım hocamız söylenecek her söz zaten söylenmiş. “Yaşadığım sürece milletimi asla kandırmadım” diyen Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk inşallah 253 bin Çanakkale şehidi ile birlikte söz konusu seccadesinin üzerindedir.

Mekânı cennet ruhu şad olsun.

***///***

Bu yazı 17 Şubat 2011 tarihinde Malatya Hâkimiyet Gazetesi ile Elazığ Nurhak Gazetesinde yayınlanmıştır.

12 Şubat 2011 Cumartesi

RÜŞVETÇİ ÜLKELER

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

RÜŞVETÇİ ÜLKELER

Gözünüze ilişti mi, ilişmedi mi bilmiyorum ama geçen hafta ulusal basında bir haber yer alıyordu. Bu haberde “Rüşvette Avrupa’nın lideriyiz” deniliyor, haberin devamında “Eğitim, sağlık, vergi ve güvenlik gibi hizmetleri alabilmek için rüşvet vermek gereken ülkeler açıklanıyordu. Listenin 6. sırasında ise Türkiye’miz yer alıyordu. “Uluslararası (Global Corruption Barometer) Yolsuzluk Anketi'nin son sonuçlarına göre geçtiğimiz yıl her 4 kişiden birinin ihtiyacı olan hizmeti alabilmek için rüşvet verdiği belirtiliyordu.

En fazla rüşvetin polise verildiği bildirilen ankette gümrük, eğitim, yargı, sağlık ve tapu hizmetlerinde rüşvet verildiği Türkiye’nin de Afganistan ve Irak gibi ülkelerin içerisinde yer aldığı bildiriliyordu. (*)

Gördünüz mü?...

Sağlıkta, eğitimde, hukukta, Avrupalı olamayan ülkemiz rüşvet gibi yüz kızartıcı bir faaliyetin içerisinde bulunmakla birinci sırada Avrupalı olabiliyor.

Utanılacak bir durum.

Tam bir kepazelik tam bir rezalet.

***

Birkaç yıl önceydi. Hatırımda kaldığı kadarıyla Türkiye Japonya’dan bir yardım veya borç para alacaktı. Japonya bu parayı verirken bir şart ileri sürmüştü.Neydi o şart biliyor musunuz?....

Verdiği paranın “rüşvette” kullanılmaması veya kullandırılmamasıydı.

Ne kadar vahim ne kadar utanç duyulacak bir tablo değil mi?...

***

Rüşvet bir toplumu kemiren ve o toplumun bütün ahlaki değerlerini yerle bir eden sinsi bir hastalıktır. Nebiler Nebisi peygamberimiz bu sebepten olmuş olsa gerek ki “Rüşveti alanda verende melundur” demiştir. Ama günümüzde rüşvetsiz hiçbir işin yapılmadığı gibi, rüşvet alanın melun değil de “İşini bilen kılıcını kuşanan” akıl sahibi birisi olduğu gerçeğidir.

***

Ülkemizde rüşvetle mücadele hemen hemen yok gibidir. Varsa da kâğıt üzerindedir. Kimse kimseyi kandırmasın mevcut yasalarla rüşvetin önlenmesi mümkün değildir.

* Rüşvetle mücadele de görevli insanların dahi rüşvet aldığı bir ülkede,

* Trilyonların kayıp olduğu bir ülkede,

* Rüşvetin devlet eliyle yapıldığı bir ülkede,

* Rüşvet almayan memurun aptallıkla, enayilikle adlandırıldığı bir ülkede rüşvetin önlenmesi mümkün müdür?..

Şu 657 sayılı Devlet Memurları Kanunun 125. Maddesindeki hükümlere bir bakınız rüşvetin önlenmesi veya caydırılması yönünde neler var?..

***

Rüşvet ahlaki bir çöküşten öteye toplumu yıkıma götüren bir felakettir.

Rüşvet ahlaksızlıktır,

Rüşvet namussuzluktur

Rüşvet hak ve hukukun gasp edilmesidir

Rüşvet bu ülkeye ihanettir.

Siz paragöz bir müteahhidin yaptığı çürük bir öğrenci yurduna rüşvet karşılığı sağlam raporu verir ve o yurdu yüzlerce masum öğrencilerimizin başına yıktığınızda mülkün temelini yıkmış olmaz mısınız?

Siz sağlam bir kişiye “Çürük” raporu vererek askerlikten muaf saydırırsanız bu ülkeye ihanet etmiş sayılmaz mısınız?..

Siz bir sınavda kazanmamış bir kişiyi sınavı hakkıyla kazanan bir kişinin yerine atarsanız siz hak ve hukuku gasp etmiş sayılmaz mısınız?...

***

Eğer ki bu ülkede gerçekten rüşvetle mücadele edilmek isteniyorsa önce suyun gözesindekilerden başlamak gerekir. Öyle uyarmayla, kınamayla, devlet memurluğundan uzaklaştırmakla rüşveti önleyemezsiniz. Rüşvetin önlenmesinde tek yol caydırıcı yasaların yasalarımızda yer almasıdır. Rüşveti alan da, verende ister bakan, ister vekil, ister bürokrat olsun. İster polis, ister bekçi olsun. İsterse doktor, mühendis olsun hakkında verilmiş kesin bir hüküm olması halinde hele bir canına okunsun..

Rüşvet önleniyor mu,önlenmiyor mu?...

Yeter ki hayatımızda rüşveti besleyen zaman aşımı, dokunulmazlık, adam kayırmazlık gibi saçmalıklar olmasın!...

(*) 04 Şubat 2011 Vatan

***///***

Mehmet Şükrü Baş 07 Şubat 2011

TUZUN SAHTESİ OLUR MU?...

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

TUZUN SAHTESİ OLUR MU?

Geçtiğimiz günlerde ulusal gazetelerde bir haber okuduk. “Kocaeli Emniyet Müdürlüğü bir çatı katında 3,5 ton yani bir tanker dolusu sahte rakı ele geçirdi” deniliyordu.

Bu haber beni yıllar öncesine götürdü. Arşivime baktım 13 Haziran 2006 tarihinde “Tuzun sahtesi olur mu?” başlığı altında bir yazı kaleme almışız. Aradan altı yıl daha geçmiş kanunlarımız, kanun adamlarımız, bil umum sahtekârlıklara, sahte imalatçılara “Dur” dememiş veya diyememiş. Sahtekârlık bütün boyutları ile dal budak salmış ülkeyi kaplamış. Her neyse biz sözü fazla uzatmadan altı yıl önce kaleme aldığımız söz konusu o yazıyı bir iki kısaltmayla gözler önüne serelim. Serelim ki sahtekârlıktaki yerimizi öğrenmiş olalım.

İşte o yazı:

***

"Türkiye bir gariplikler ülkesi" diye boşuna demiyoruz. Burası Türkiye. Demek ki burada her şey mubah, her şey normal,

Önce Uşak'ta, daha sonra yurdun çeşitli yerlerindeki müzelerimizde saklanan tarihi değerlerimizin yerine sahteleri konulmak suretiyle asılları kimi diplomalı sahtekârlar tarafından el altından yurt dışına bir güzel pazarlanıyor.

Arkasından soruşturmalar, mahkemeler, tutuklanmalar, hapis yatmalar ve nihayetinde birkaç sene sonrasında tahliyeler. Olan ülkemizin tarihi zenginliklerine, kültür mirasına oluyor.

Her biri paha biçilmez bu eserlerimizin saklanmasından sorumlu, bu iş için devletimizden maaş alan kadrolu hırsızların mahirane bir şekilde talanını ibretle görüyoruz.

***

Yazımızın başlığına " Tuzun sahtesi olur mu?" dedik. Niye olmasın ki? Türk'ün bu yoldaki dâhiyane buluşları bir gün karşımıza sahte tuzu da çıkaracaktır. Nasıl olsa sahte bal, sahte reçel, sahte sucukların yanına sahte doktor, sahte avukat, sahte polis ve sahte öğretmen gibi unvanlarımız da eklendi.

Bitti mi? Hayır.

Sahte diploma, sahte ehliyet, sahte pasaport, sahte kimlik, sahte karne gibi belgelerimiz de bu kategoride yerine aldı.

Yine bitmedi.

Gıdaya sahtekârlık bulaşırda içeceklerimize bulaşmaz mı? Sahte süt, sahte kola, sahte rakı, sahte viski gibi içeceklerimizde sahtecilikten nasibini aldılar.

Daha binlerce ansiklopedik sahtekârlıklarımızı sıralayabiliriz.

Hangi pencereden, hangi gözle bakarsanız bakın; ülkemizde bir sahtekârlık furyasıdır gidiyor. Niye gitmesin ki? Herhangi bir cezai müeyyidesi yok ki. Yapanın yanına kar kalan, getirisi bol bir meslek halini aldı bu iş. Bu ülkede üzülerek ifade edeyim ki olanlar namuslu vatandaşa oluyor. Siz Şener Şen'in "Namuslu" filmini seyrettiniz mi? Ne diyordu Şener Şen'e rüşvet teklif eden müteahhit: "Ne bileyim namuslu olduğunu namussuzun!" Bu ifade ile ülkemizdeki namus mefhumu ne güzel ifade ediliyor değil mi?

Ve yine büyük devlet adamlarımızdan İsmet İnönü'nün hafızalarda yer eden bir sözü vardı. "Bir ülkede namuslular da namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülke düzelemez." diyordu. Bu ifade de namussuzların ne kadar cesur olduğunu göstermiyor mu?

***

Bir toplumun bu kadar hızla çöküntüye gitmesinin sebeplerini araştıran, bunlara bir çözüm üreten, dahası toplumun namus değerlerinin yükselmesine vesile olacak girişimlerde bulunan birilerine rastlamak mümkün mü?

Üniversitelerimizin, cami cemaatimizin, görsel ve yazılı basınımızın namus değerlerini yükseltecek, insanları namuslu olmaya özendirecek herhangi bir panel, oturum ve benzeri faaliyetlerine şahit oldunuz mu?

Neme lazımcılık toplumumuzu bu hale getirmeye yeterli olmadı mı?

Eskiden "Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?" diye suallerle karşılaşırdık.

Sahi tuz kokunca ne yapılır?

***///***

Mehmet Şükrü Baş 05 Şubat 2011 Elazığ Nurhak Gazetesi