29 Kasım 2010 Pazartesi

HAYDARPAŞA
























































HAYDARPAŞA










MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

HAYDARPAŞA

Ülkemizin yetiştirdiği önemli şairlerimizden birisi olan Bekir Sıtkı Erdoğan o meşhur “Hancı” şiirinin bir kıtasında:

Güç bela bir bilet aldım gişeden,
Yolculuk başladı Haydarpaşa 'dan...
Hancı, ne olur, elindeki şişeden
Bir kaç yudum daha ver yavaş yavaş!.. der…

Haydarpaşa Garı yüz iki yıl önceki o muhteşem tarihi yapısıyla nice filmlere konu, nice şairlere ilham oldu. Anadolu’da yetişen her gencin görmek için can attığı bir yer, gönüllerde bir sevda oldu.

Haydarpaşa Anadolu’nun Avrupa’ya açılan kapısı oldu.

Anadolu çocuğu tren garında indiğinde garın ortasından geçerek dışarı çıktığında ilk defa denizi ve rüyalar şehri İstanbul’u görürdü. Orada bulunan lokomotifin yanında hatıra resmi çektirir elindeki tahta bavulu ile vapura biner Avrupa yakasına geçer, “Avrupa’yı gördüm” derdi. Her yolculuk başında o garda ne mendiller sallanır ne gözyaşları akardı. İstanbul’a giden ve İstanbul’dan gelen her yolculuk Haydarpaşa’da biter Haydarpaşa’dan başlardı.

***

Takvim yaprakları 28 Kasım 2010 tarihini gösterdiğinden bu kez bir yangın başladı Haydarpaşa’dan, ihmal dolu, gaflet dolu, cehalet dolu bir yangın. Haydarpaşa Garı'nın çatısında tadilat çalışmaları yapılırken adına ne denilirse denilsin bize göre büyük bir gaflet sonucu çıkan yangın bir anda yayılıyor binanın çatısı bir alev topunu andırıyordu.

Televizyonlarda seyrettiğimiz, basında takip ettiğimiz kadarıyla olay yerine sevk edilen itfaiye araçlarının merdivenlerinin kısalığı nedeniyle yangına tam olarak müdahale edilemiyor mega kent dediğimiz İstanbul’da yarım saatte söndürülmesi gereken yangın iki buçuk saatte zor da olsa kontrol altına alınıyor ve söndürülüyor. Buda bize gösteriyor ki Allah göstermesin İstanbul’da olası büyük bir yangın veya büyük bir depremde hantal bürokrasi ve sorumsuz bürokratlar yüzünden bir büyük afet veya korkulu bir rüya gibi kapımızın önünde duruyor.

***

Düşününüz!... Bir tek yerde çıkan bir yangınla elimiz ayağımız biri birine karışıyor yarım saatte söndürülmesi gereken yangın itfaiyenin yetersizliği ve beceriksizliği nedeniyle ancak denizden yapılan bir müdahale ile iki buçuk saatte zar zor da olsa söndürülebiliyor. Ne yazık ki hiç kimsenin aklına havadan müdahale edebilme gibi bir düşünce gelmiyor. 102 senelik o tarihi binanın o görkemli yapısı kapkara dumanlar içerisinde kayboluyor.

***

Bu durum sadece Haydarpaşa yangınında değil yaz aylarında sahillerimizde koylarımızda bulunan yemyeşil ormanlarımızda bir kıvılcımla meydana gelen yangınlarımızda da aynı.

Bütün basın ve yayın kuruluşları Haydarpaşa yangınında bürokrasinin hantallığından bahsederken yangının iki buçuk saat gibi uzunca bir zaman diliminde zar zor söndürüldüğünü ileri sürerken Ulaştırma Bakanlığından bir yetkili sanıyorum müsteşar yardımcısı olacak kişi ne diyor biliyor musunuz?...

Diyor ki!...

“Haydarpaşa yangınının bu kadar kısa bir sürede söndürülmesi bir rekordur. Büyük bir başarıdır” diyor.

Bizde başımız her çıkıştıkça mırıldandığımız bir şarkı sözleriyle yazımızı noktalayalım.

***

Kimseye etmem şikâyet
Ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi
Baktıkça istikbalime
Perde-i zulmet çekilmiş
Korkarım ikbalime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime

***///***

Mehmet Şükrü Baş 01 Aralık 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

12 Kasım 2010 Cuma

ANDIMIZ





































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ



































mehmet_sukru_bas@mynet.com

ANDIMIZ

"Türküm, doğruyum, çalışkanım,

İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey Büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.

Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!"

***///***

Ben bu gün bu köşemi Yüce Türk milletine verdim. Atatürk’ün geleceğimizi emanet ettiği gençlerimize verdim. Her sabah okullarımızı dolduran milyonlarca geleceğimizin teminatı yavrularımıza verdim. Onlar hep bir ağızdan bir büyük coşkuyla “Türk’üm doğruyum” dediler ve sözlerini “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyerek bitirdiler.Bundan daha net bir mesaj olur mu?

Bu coşku karşısında her türlü gaflet ve delalete hatta, hatta ihanete karşı bu cennet ülkemin her karış toprağı, her çakıl taşı, cumhuriyetimizin temel ilkeleri anladım ki teminat altındadır. Şanlı ordum her köşede nöbetinde şanlı bayrağım gönderindedir. Geleceğimiz emin ellerdedir. Teşekkürler Türk gençliğine, Şükürler olsun Rabbime.

Ne Mutlu Türk’üm diyene…

***///***

Bizde yazımızı buna ilaveten yazdığımız “Ben Türk’ü Severim” başlıklı şiirimizle bitirelim.

BEN TÜRK’Ü SEVERİM

Ben bir Türk'üm,
Türkü söyler, türkü dinlerim.
Nerde bir Türk Bayrağı görsem,
Yüzüm sürer, öperim.

Ben bir Türk'üm,
Türk olanı severim.
Türk doğuran her ananın,
Ellerinden öperim.

Ben bir Türk'üm, yurdum Anadolu’dur,
Yurdumun taşını, toprağını severim.
Nerede duysam yanık bir türkü,
Söyleyenin, dinleyenin gözlerinden öperim.

Ben bir Türk'üm,
Türk olanı severim.
Türk doğuran her ananın,
Ellerinden öperim.

Ben bir Türk'üm, Türkoğlu Türk,
Yurdum Türkiye, Atam Atatürk.
Taşını toprağını canım gibi severim,
Türk’ü sevenlerin ellerinden öperim.

***///***

13 Kasım 2010 tarihli Elazığ-Nurhak Gazetesi ile 14 Kasım 2010 tarihli Malatya Hakimiyet Gazetesesinde yayınlanmıştır.

8 Kasım 2010 Pazartesi

AĞLAMA ÇOCUK!...











































AĞLAMA ÇOCUK!..

















































Kır atının üstünde,

Gözleri çakmak çakmak

Arkasında bir ordu

Ellerinde albayrak










MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

AĞLAMA ÇOCUK! -3-

On Kasımlar, bu ülkenin her yerinde olduğu gibi yüreğimizde de matem günüdür. O gün bizim yaslı günümüz, o gün bizim gamlı günümüzdür. Çünkü o gün dünya devletlerinin “hasta adam” olarak kabul ettiği bir devletin yeniden canlanması, canlanmadan öte şaha kalkması ve bir dünyaya tarih dersi, kahramanlık dersi, insanlık dersi veren bir büyük liderin milletini öksüz bıraktığı gündür.

O gün bizim matem günümüz, yas günümüzdür.

***

İşte böyle bir 10 Kasımda güzel yurdumuzun ücra bir köşesinde bir ilköğretimde öğretmen ve öğrencilerin hazırladığı bir piyes köylülerinde davetli olduğu sınıfta hiç olmayan imkânlarla sahneye koyuluyordu.

Sınıfın bir köşesine konulan bir divanda Atatürk rolündeki, Atatürk’ün öğretmeni boylu boyuna yatıyordu. Etrafında yaverleri, doktoru, siyaset arkadaşları rolüne bürünen öğretmen ve öğrencileri yer almışlardı.

Tarih 10 Kasım, saat 08.30’u gösterirken perde açılıyordu.

***

Atatürk’ün milletine olan sevgisi ile dolu bedeni boylu boyuna divanda uzanıyordu. Yanı başında bulunan doktoru ha bire tedavisi için gereken tavsiyelerde bulunuyor ise de Atatürk yanındaki Fevzi ve İsmet Paşalarla ülkenin dâhili ve harici meselelerini konuşuyordu. Hastalığı bütün vücudunu kavuruyor, o bu konuda ne doktorundan ne yanı başında bululanlardan bir istekte bulunmuyordu. Bir ara gözleri yanı başındaki öğretmene kaydı, eliyle kendisine yaklaşmasını istedi. Öğretmen, Atatürk’e yaklaştı. Öğretmene “Bak öğretmenim!” dedi kısık bir sesle. “Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti sizin eserlerinizle ilelebet payidar kalacaktır. Onun için bu gençleri eğitiniz. Onlara Cumhuriyetin temel niteliklerini ve de nimetlerini izah ediniz. Onları hurafeden, onları cehaletten, onları karanlık düşüncelerden, onları gaflet ve delaletlerden koruyunuz. Onların ruhunda sönmeyen bir ışık yakınız. Bu ışık etrafınızı öylesine aydınlatsın ki bu ülke asla ve asla bir daha karanlıklarda kalmasın.” dedi.

***

Duvardaki saat sanki garip bir durum varmışçasına çalışmak istemiyordu. Buna rağmen zamanı durdurmak elbette ki mümkün değildi. Yelkovan ve akrep tam dokuzun üzerinde adeta titriyordu.

Atatürk güçlükle nefes alıyordu. Bir kez daha etrafına bakındı. Etrafındakilere “Ben bir ömür boyu milletimi aldatmamakla iftihar ediyorum.” diyebildi. Hakikaten o milletini bırakın aldatmayı başına taç yapmıştı. Köylüyü milletin efendisi saymıştı.

Bu sırada bir öğrencinin hıçkırıklarını duydu. Hıçkırıklara boğulan öğrencinin yanına getirilmesini söyledi. Öğrenci yanına geldiğinde ellerinden tuttu son bir güçle kendine çekti ve ona AĞLAMA ÇOCUK.” dedi.

“Ben sizi ağlatmak için düşmandan kurtarmadım. Ben, bu ülkeyi sizler ağlamayasınız, hür düşünesiniz, hür yaşayasınız diye kurtardım. Ben bu topraklara düşman çizmesi basmasın diye düşmanı denize döktüm. Bu yüzden ağlama çocuk, ağlama. Sen ağlama ki gelecek nesillerde ağlamasın” dedi.

Artık nefes alamıyordu. Bütün gücünü, kuvvetini, enerjisini bu ülkenin kurtuluşuna harcamıştı. Yedi düvelle savaşmış, yetmemiş karanlıklarla cehaletlerle savaşmış, karlar üzerinde yatmıştı, yaralanmıştı, hastalanmıştı.

Yeniden yaverine döndü, “Saat kaç çocuk.” dedi.

Yaveri duvardaki saate baktı. Tam dokuzu beş geçiyordu ve saat durmuştu.

“Dokuzu beş geçiyor paşam.” dediyse de Atatürk bu sözleri duymadı. Sağ elinin işaret parmağı Akdeniz’i gösteriyordu. Mavi gözleri masmavi Akdeniz’e bakar gibiydi.

Sınıfta bir hıçkırık tufanı koptu. Öğretmeni, öğrencisi, köylüsü hıçkırıklara boğulmuş ağlıyorlardı.

Atanın ölümü ülkenin her yerinde olduğu gibi köyde de bir matem havası oluşturmuştu. Okul bahçesindeki bayrak yarıya indirilmişti. Atatürk “Size ölmeyi emrediyorum!” dediği 253 bin Çanakkale şehitleri, kınalı kuzularını kucaklamak üzereydi. Geride bıraktığı ulusu hıçkırıklara boğulmuştu.

Bir millet ağlıyordu!

***///***

Mehmet Şükrü Baş 10 Kasım 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

7 Kasım 2010 Pazar

MÜJDE-İ MUCİZE

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

Mehmet_sukru_bas@mynet.com


MÜJDE-İ MUCİZE

Kim ne derse desin zaman zaman bende benim hakkımda söylenenlere, Mithat Yılmaz Bey kardeşimin “Senin birkaç tahtan eksik” sözüne inanır gibi oluyorum. El âlem birilerinin gözüne girebilmek, arabasını dağdan aşırabilmek için kırk bir türlü yalanı bir çırpıda söylerken, gerdan kırıp, bel bükerken bende her zaman ve her zeminde pişmiş aşa su katarım.

“Öğle değil böyledir” derim.

“Ülkenin bir kısmı Lale Devrini yaşarken, büyük bir bölümü de sefalet devrini yaşıyor” derim.

İşe, aşa muhtaçtır derim.

Derim de tepkileri üzerine çekerim.

***

Bugünkü yazımın başlığına baksanıza “Müjde-i Mucize”…

Ne demek “Müjde-i Mucize?”

Bir mucizenin müjdesi…

Elbette ki her mucize bir müjdedir öğle değil mi?

Bitkisel hayattan çıkan bir insanın yaşamı mucize değil midir? Ve ya onuncu kattan düşen birisinin burnunun dahi kanamaması mucize değil de nedir?

Mucize denilince aklımıza başka neler gelir?..

Sizi bilmem ama benim aklıma ilk gelen asgari ücretle bir ailenin ayakta kalması, soluk alması ve yaşaması gelir.

Çünkü bu bir mucizedir.

***

Geçtiğimiz hafta Internet’ten gazeteleri okuyorum bir gazetemizde “Asgari Ücretlilere Müjde” verilircesine “Asgari ücrete 2011’de yapılacak zam oranı Resmi Gazete’de yayınlandı.”deniliyordu.

Hakikaten müjdeli bir haber, Allah hayırlı uğurlu etsin.

Hemen bir göz atıyoruz bu müjdeli haberin içeriğine. Merak ettiyseniz buyurun birlikte bakalım bu müjdeli habere

***

Efendim “Asgari ücretler 2011 Ocak’ta %4, 2011 Temmuzda da %4 zamlanacak. Şu anda net 599 lira olan asgari ücret Ocakta verilecek % 4 zamla 623 liraya yükselecek.” Yani asgari ücretlinin maaşına ayda 24 liralık bir zam gelecek.

Yani bir kişinin normal bir lokantada yiyebileceği yarım porsiyon yemeğin bedeli.

Yani normal bir mağazada çocuğunuza alabileceğiniz bir gömleğin ücreti.

Yani Bülent Arınç’ın davulcuya verdiği yüz lira bahşişin dörtte biri.

Yani bir mutfak tüpü fiyatının üçe biri

Yani 24 günde yiyebileceğiniz 24 ekmeğin bedeli

Yani MÜJDE-İ MUCİZE!...

***

İşte mucize budur.

Bir çocuğun onuncu kattan düşüp de burnunun dahi kanamaması büyük bir mucize olması yanında tamamıyla Allah’ın takdiri o çocuğun alın yazısıdır. Ama asgari ücretle bir ailenin bir ay yaşaması, soluk alması, ayakta kalması eğitimine, sağlığına, giyimine, kuşamına bakması, kira vermesi ve boğazına girecek bir tas sıcak çorbanın temin edilmesi belli başına bir mucizedir.

İnsanoğlunun gerçekleştirebileceği en büyük mucize…

Ondan daha büyük bir mucize olabilir mi?...

***

Sayın Başbakanımız şahidi olduğu her nikâhta çiftlere “Üç çocuk yapın” diyor. Demesine diyor da dediği insanlarda kalburüstü insanlar Yüce Allah’ın ”Yürü ya kulum” dediği AKP’nin desteklediği insanlar olduğu için hiç birisi “Sayın Başbakanım asgari ücretli bir ailenin bu şartlar altında üç çocuk yapması cinayet değil de nedir” sorusunu soramıyor. Asgari ücretli bir ailenin üç çocuğa bakması, sağlığını eğitimini sağlaması nasıl bir mucizedir diyemiyor. Çünkü onlar ne asgari ücretin kaç lira olduğunu biliyor nede asgari ücretli nasıl yaşar onu biliyor.

Onlar bu müjde-i Mucizeyi gazetelerden okurken asgari ücretliler müjde-i mucize altında inim inim inliyor.

Onları kimsecikler görmüyor, seslerini duymuyor.

Milyonlarca asgari ücretli bu ülkede sürünüyor.

Yetmiyor bazı işverenler tarafından da ne yazık ki sömürülüyor.

Köle İsaura’ların sigortaları yatırılmıyor, maaşları zamanında verilmiyor.

Tazminatları ödenmiyor.

Hiç kimse merak edipte sormuyor bile…

Bu asgari ücretliler nasıl yaşıyor?...

***///***

Mehmet Şükrü Baş 08 Kasım 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

5 Kasım 2010 Cuma

HARPUT'TA KAYABAŞI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

HARPUT'TA KAYABAŞI

Bir yaşa gelince insan // Neler neler düşünüyor // Baharda olsa mevsim // Bu yaşta üşünüyor.” Diyen gönlümüzün öteki âlemlerde olduğu bir gün. Omuzlar üzerinde bir tabut Harput’a doğru yola koyuluyoruz. Bir müddet sonra tabutu cenaze arabasına koyuyor, onlarca aracın oluştuğu konvoy halinde Harput’un kıvrım kıvrım yollarında yol alıyoruz.

Harput Kayabaşına geliyoruz.

Üzüntüm duygularıma karışıyor. Cenaze arabasındaki elli yıllık bir arkadaşım, bir yoldaşım onunla Mezre Ortaokulundan kaçar bu yollarda birlikte yürürdük. O bizim “Deli Oğlan’ımızdı. Biri birimizden asla ayrılmaz birlikte güler, birlikte eğlenirdik. Birlikte yer birlikte içerdik. O bu gün beni terk etti, yalnız başına düştü bu yollara.

İşte onu uğurluyorum. Gözlerim yaşlı kalbim kırık.

Kayabaşındayız…

Kendi kendime “Hayatın dönemeci Harput’ta Kayabaşı // Bir ömrün özetidir köhne bir mezar taşı.” Diye mırıldanıyorum. Daha sonra duygularımı satır satır kâğıda döküyorum adına “HARPUT'TA KAYABAŞI” dediğim 14.lük hece vezni ile yazılan bu şiir ayları süren bir çalışma sonucu meydana geliyor. Ben bu şiirimi Kayabaşı’ndan gönderdiğim canlarıma ithaf ediyorum. Ve ben onları çok özlüyorum.

HARPUT'TA KAYABAŞI

Ey HARPUT’u dört bir yanından saran kabristan,

Kabristandan ziyade viran bir kabri insan

Bir Harput ki burası bin yıllık bir ilmi var,

Her yüzü ayrı ayrı, iki farklı bir diyar

Bir efsunlu yer ki, her bir vakitte gelen var,

Bakın içlerinde ne gün görmemiş, canlar var.

Kim kazdı bu mezarı, kime kazdı bilinmez,

Bilinen tek şey var ki, gidenler geri gelmez.

Her gece sabaha dek ne ağıtlar yakarlar,

Öylece ELAZİZ’e mahzun mahzun bakarlar.

Omuzlar üzerinde bakın yine bir tabut,

Merhabalar ey kabri insan, merhaba HARPUT.

Hayatın dönemeci Harput’ta Kayabaşı,

Bir ömrün özetidir köhne bir mezar taşı.

- II -

Omuzlardan omuzlara geçerken tabut,

Bir baktık ki gözlerden kayboluvermiş HARPUT.

İnce bir yoldan geçtik, sağı solu mezarlık,

Her kabirde bir fidan, oluvermiş ormanlık.

Mezar taşları sanki yazılmamış bir roman,

Hepside hüzün dolu, duygu yüklü bir dram

Hele biri vardı ki, henüz yirmi yaşında,

Koca değirmen taşı, dönüverdi başımda.

Önde bir yol ayrımı, döndük sağdaki yoldan,

Kabirler sardı bizi, adeta üç beş koldan.

Burada akılda yok, ne can ve nede canan,

Nice canlardan müteşekkil, olmuş kabristan.

Yürürken hep birlikte, taşların arasında,

Bir kaç isim belirdi, ateş gibi karşımda.

Daha dün beraberdik, birlikte el, eleydik,

Kimimiz konakladık, kimimiz göç eyledik.

Düşe kalka geldim, öz kardeşimin başına,

İki damla gözyaşım düşüverdi taşına.

Ağlamak istedim, boğazımda bir kör düğüm,

İki ayrı dünyaydı bu Harput ’ta gördüğüm.

Biraz daha yürüdük, işte bura dediler,

Kazılmış bir mezara bir beden defnettiler.

Artık elden ele dolaşmıyordu o tabut,

Elveda ey KABRİ İNSAN elveda ey HARPUT.

- III -

Dönerken kabristandan, yeniden Kayabaşı,
Karıştı bir birine, hıçkırıkla, gözyaşı.

Önümüzde Elaziz, cıvıl cıvıl kaynarken,
Bir düğün geçti önden, hane halkı ağlarken.

Demek ki kural buymuş, kader ağın örecek,
Kimileri ağlarken, kimileri gülecek.

İnsanoğlu bu işte, etten kemikten maruf,
Doğacak, yaşayacak, sonucunda ölecek.

Dönüldü kabristandan, vakit akşama yakın

Duyup işiten koştu, gelenler akın akın.

Yarım asır yaşadı merhum dertle, kederle

Sonunda yenik düştü kalp denilen bir derde.

Üç günden fazla sürdü akın akın gelenler,

Evde hizmet ediyor, çocuklarla gelinler.

- IV -

Derken yavaş yavaş acılar da yavaşladı,

Daha dördüncü günü paylaşımlar başladı.

O gün bir aradaydı torun, oğlan, gelin, kız,

Hane fazla sakindi asude ve de ıssız.

Daha dün ağlayanlar bu günse gülüyordu,

Hane halkı tek vücut malları bölüyordu.

Beşinci gün sabahı, ne şiş yanmış ne kebap,

Dün bir yurt olan hane bu gün ise bir harap.

Bir olup yaptırdılar sade bir mezar taşı,

Hanımına bağlandı rahmetlinin maaşı.

Bir varmış, bir de yokmuş varla yok arasında,

Sade bir taş diktiler rahmetlinin başına.

Kırkına varılmadan anmadılar adını,

Hazat mezat sattılar elde kalan malını.

Zaten çoktan beri yemeye başlamışlardı,

Karıncalar canını, kalanlarsa malını.

***

Mehmet Şükrü Baş 06 Kasım Elazığ Nurhak Gazetesi

1 Kasım 2010 Pazartesi

SERAP’IN AHI!..










































































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

SERAP’IN AHI!..

Bazı hadiseler millet olarak, birey olarak bizleri öylesine derinden etkiliyor ki günlerce hatta aylarca onun etkisinden kurtulamıyoruz. Hatırlayacaksınız bir Serap Eser vardı İstanbul Küçükçekmece’de…

Daha on yedi yaşında, hayatının baharındaydı,

Lise son sınıftaydı,

Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu,

Yüreğinde coşkun sular akıyor, geleceğe umutla bakıyordu.

Kendisinden büyük hayalleri vardı.

***

SERAP 08 Kasım 2009 tarihinde dershaneden çıkmış evine gidiyordu. Bindiği otobüs Küçükçekmece’ye geldiğinde kalbinde ve ruhunda insanlığa ait ne varsa sökülüp alınmış, beyni ve ruhu ihanetlerle donatılmış caniler tarafından atılan Molotof kokteyli ile bindiği otobüsün içerisinde alevler arasında kalıyordu. Serap koltuğu altındaki kitaplarını bırakmadan bu cehennemde yaşam savaşı veriyor, vücudunun yüzde kırkı yanıyordu. Molotoflu saldırıda yüzü, eli ve bacakları yanan Serap Eser, hastanede 29 gün yaşam mücadelesi vermiş ancak körpe vücudu bu acıya daha fazla dayanamadığından ömrünün baharında hayata veda etmişti…

Serap’tan geriye Serap’a ait bir şiir kaldı…

“Güneş batınca fark ettim, bütün hayallerim caddeye uzanmış, tüm doğru bildiklerim asfalta akmış, hepsi "SERAP” Mış”

***

İşte bu olay insan olarak, baba olarak, Türk ve Müslüman olarak beni öylesine etkiledi ki tarifi mümkün değil. Günlerce bu olayı takip ettim. Gözyaşı döktüm el açtım Yaratan’a dualar ettim.

Duygularımı yazılarıma döktüm. 09 Aralık 2010 tarihinde “Serap Hala Komada” derken, 10 Aralık’ta “Serabımız Öldü” dedim.

SERABIMIZ ÖLDÜ.

Oysa Serabımız ölmedi hiç Serap’lar ölür mü? Onların yüreği vatan ve millet sevdasıyla dolu. Onların idealleri var. Okumak bir yerlere gelmek ülkesine, devletine, milletine yararlı insanlar olabilmek böylesine mübarek duygularla dolu Serap’lar nasıl ölür?

SERAP ÖLMEDİ SERAP ÖLDÜRÜLDÜ.

08 Kasım’da eli kanlı caniler tarafından, bugünde iktidar tarafından öldürüldü. Bu canilerin affı için parmak kaldıranlardan, bu canilerin kurtulması için “EVET” diyenler tarafından öldürüldü.

SERAP BİR KERE DAHA ÖLDÜ.

***

O gün insan diyemeyeceğimiz beyni ve ruhu yıkanmış vatan ve millet düşmanları caniler içerisinde kim veya kimlerin dahi olduklarını bilmedikleri devletin malı bir otobüse Molotof kokteyli atıyorlar. İnsanları diri diri yakıyor, öldürüyorlar.

17 yaşındaki Serap’lar, evine ekmek, çocuğuna oyuncak götüren babalar ölüyordu.

Ölenler analarının kesesinden giderken öldürenler devlet tarafından besleniyor. 18 yaşından birkaç gün aşağı olan zıpır gibi bu caniler çocuk muamelesi görüyordu. Yargılandıklar mahkeme görevsizlik kararı vererek onları çocuk mahkemesine sevk ediyordu. Bundan böyle bu caniler çocuk mahkemesinde yargılanacaklar ceza alsalar bile aldıkları cezanın üçte ikisini çektikten sonra elini kolunu sallaya sallaya çıkacaklardır.

Geride Serap’ın ahı kalacak ve Serabın o ahı bu canilerin salıverilmesinde parmak kaldıranları “Evet” diyenleri yakacaktır. Molotof kokteylinin yaktığı ateşten daha büyük daha alevli bir şekilde yakacaktır.

***

Bu nasıl yasa Allah’ım bir ayıyı öldürecek güçte güçlü kuvvetli, sırma bıyıklı cani ruhlu insanların nüfus kayıtlarındaki geç yazılım sebebiyle polise taş atan 9–10 yaşlarındaki çocuklarla aynı kefeye koyuluyorlar. Bundan böyle otobüslere, mağazalara Molotof kokteyli atanlar, can alanlar serbest bırakılacak veya az bir ceza ile kurtulacak, devletin korumakla görevli olduğu Serap’lar da bunlar tarafından alev alev yakılacak.

Bunu hangi mezhep hangi kitap kabul eder bilmiyorum. Çok iyi hatırlıyorum Serap’ın ölümüne bir Türkiye ağlamıştı, sadece hayvanlar ve caniler ağlamamıştı.

***

Başbakanımız “Sokakları illegal eylem alanı haline getirenlere çocuklara, şöyle böyle diyenlere sesleniyorum. O çocuklara molotofkokteyli attıran, o çocukları terörist eylem için kullanan kim? Serap yavrumuzu otobüste molotofkokteyliyle yakanlar kim? O çocuk değil mi? O çocukları mazlum göstereceksin o Molotof kokteyli ile yanan yavruyu ne göstereceksin" demişti.

Demişti demesine de her nasılsa bugün Molotof atanlarla yananlar yer değişti. O canilerle Serap’ımızın yerleri değiştirildi…

Sahi Serap’ı öldürenleri yarın sokaklarda dolaşırken gördüğümüzde onlara ne diyeceğiz? Serap’ı daha kaç kere öldüreceğiz?...

Zavallı Serap!...

***///***

Mehmet Şükrü Baş 04 Kasım 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi