28 Eylül 2010 Salı

İNSANLIĞIN SON GÜNLERİ


MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

İNSANLIĞIN SON GÜNLERİ

Eskiler garipsedikleri bir hadiseyle karşılaştıklarında “Dünyanın çivisi kopmuş” derlerdi. Günümüzde yaşanılan insanlık dışı olaylar “Dünyanın çivisi kopmuş” sözünün oldukça hafif kaldığını gösteriyor. Allah’ın en makbul yaratığı olan insanların vay nefsim girdabında gaflet ve delalet içerisinde hatta hatta büyük bir ihanet içerisinde olduklarını görüyoruz.

Bu görüntü bize insanlığın son günlerini yaşadığı izlemini vermektedir. Çünkü eşrefi mahlûkat dediğimiz insan eşrefi mahlûkat olmaktan çıkmış ‘hayvanı mahlûkat’ haline gelmiştir. Eli kana bulaşmıştır. Çirkinleşmiştir, yabanileşmiştir. İnsani duygularını yitirmiş, hayvani duyguları galip gelmiştir. Bütün bunları görüp de insanlık can çekişiyor insanlığın son günleridir, dememek körlükten başka bir şey değildir.

***

Ülkemize bakıyoruz!..

% 99’zu Müslüman olan ülkemize adı Ahmet olan Mehmet olan, Hasan ve Hüseyin olan nüfus cüzdanın da dini İslam yazan bazı insancıkların hiç bilmedikleri, kimin gelip geçeceğini tahmin bile edemedikleri yollara döşedikleri mayınlarla masum insanlar katlediliyor, iki yaşındaki çocukların kolları bacağı kopuyor. Şimdi size soruyorum o iki yaşındaki kız çocuğunu vahşi bir ormanda en vahşi bir hayvanın önüne atsanız o hayvan o kız çocuğunu, o minik bedeni parçalar mı?

Elbette ki hayır!..

O halde nasıl oluyor da insan dediğimiz, Müslüman dediğimiz birisi o sabi sübyanın kundağına bomba koyuyor?...

***

Dünyaya bakıyoruz.!...

Dünya jandarmalığına soyunan, dünyaya özgürlük götürdüğünü iddia eden Amerika sudan bahanelerle İslam ülkelerini işgal ediyor. ABD askerleri girdikleri her ülkede yakmadığı hiçbir can, dokunmadığı hiçbir mahremiyet kalmıyor. Camiye saldırıyor, haneye saldırıyor, namusa saldırıyor insanlığı saldırıyor.

***

Daha dün Afganistan'da görev yapan Amerikan birliğine bağlı askerlerin, eğlenmek için rast gele etraflarına ateş açarak sivilleri öldürdüğünü görüyoruz. Daha dün ABD askerlerinin bu bölgede Muhammed Kalay isimli bir Afgan askerini öldürdüklerini, cesedini parçalara ayırarak resmettiklerini görüyoruz. Bu hadise akıllara tek bir soru getiriyor…

Eşrefi Mahlûkat dediğimiz” insanlık bu mu?

Umarım ki hiç biriniz bu soruya mantıklı bir cevap verecek durumda değilsinizdir. Yanı başımızdaki Irak’ta yaşanan vahşet, ırza ve namusa saldırı, binlerce masumun katli insanlığın katledilmesi değil de nedir?...

Her ne kadar her toplum layık olduğu şekilde idare edilir gerçeği var ise de yaşanılanlar başlığımızda kullandığımız “İnsanlığın son Günleri” tezini de ne yazık ki doğrulamaktadır. Özetleyecek olursak… ABD’nin özgürlük götürdüğünü iddia ettiği her bölgede insanlığın son günleri yaşanıyor.

***

Zaten ABD’nin, İngiliz’in, Fransız’ın özgürlük adı altında işgal ettikleri bütün bölgelere açlık ve sefalet götürüldüğü, o bölgedeki insanların mahremiyetlerine el atıldığını görmemek kör olmamızı gerektirir.

Bu dünde böyleydi, bugünde böyledir, yarında böyle olacaktır.

***

Yok, hala birileri bu devletler olur, aşiretler olur, farklı kimlikler olur, kim olursa olsun kendilerine özgürlük ve refah vaat eden bu ülkelerin günün birinde mahremiyetlerine el atacaklarını bilmiyorlarsa bu onların dünyayı tanımadıkları tarihi okumadıkları anlamındadır. Elin gavuru durduk yerde askeri ile teçhizatı ile ekonomisi ile kimsenin kara kaş kara gözü için okyanuslar ötesinden oralara refah getirmez. Getirse bile getirdiğin bin katını almadan geri dönmez.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 30 Eylül 2010

26 Eylül 2010 Pazar

TÜRK BAYRAĞI KANUNU VE BAYRAĞA SAYGI





















MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

TÜRK BAYRAĞI KANUNU VE BAYRAĞA SAYGI

(SORUMLULARA!...)

1962 veya 1963 yılları olsa gerek. O zamanlar şehirdeki kurum ve kuruluşlar şehrin muhtelif yerlerine milli bayramlarımızda kendi adlarına ‘TAK’lar kurarlardı. Şimdiki İsmetpaşa İlköğretim Okulunun karşısında bir fabrikamız TAK kurmuş kurulan TAK’ı bayrak ve balonlarla süslemişlerdi. Bir bayrak gözüme ilişti kirden, lekeden gözükmüyordu. Yer yer ezik ve yırtıktı ertesi gün İstasyon Caddesinde bulunan Uluova Gazetesine “Milli duygularımız” başlığı altında bir köşe yazısı yazmıştım. Bu yazıda o bayrağı oraya asan zihniyete gençliğin verdiği milli duygularla ver yansın etmiştim.
Sen misin bunu yazan, sen misin zülfü yare dokunan?..
İki gün sonra aldılar beni karakola Safiye Soyman’ın şarkısında söylediği gibi “Gelen vurdu giden vurdu” bir hayli dayak yedim.
***
Geliyoruz bu güne
Merkez okullarımızdan birisinde hafta sonu olduğu için İstiklal Marşı
Okunacak bahçe öğrenci ve velilerle dolu. Okul Müdürü kısa bir konuşma yapıyor akabinde İstiklal Marşı okunurken şehitlerimin al kanı ile renklendirilmiş bayrağımız okul müdürünün gözetiminde göndere çekiliyor.
Bayrağa bakıyorum;
Ebat olarak çok küçük,
Üzerindeki kir şehitlerimin mübarek kanının rengini gözükmez hale getirmiş. Dilim varmıyor ama şehitlerimin al kanı ile renklendirilmiş namusumuz ve haysiyetimiz olan o mübarek bayrak kirden gözükmüyor. O kadar kirli ki ay-yıldızı bile fark edilmiyor.
Samimiyetime inanınız içim parçalanıyor. O bayrağı oraya asmayın” diye bağırmak istiyorum yıllar öncesindeki hadise aklıma geliyor bir taraftan da okulun hükmi şahsiyetine zarar veririm korkusuyla kendimi frenliyorum. Ancak İstiklal marşı bitiminde idarecilere doğru yaklaşıyorum ki benden evvel bir velinin oradaki görevliye “Yaptığınız çok ayıp” dediğini duyuyorum.
Hakikaten bu oluşum o okulun zihinlere kazılacak kadar önemli bir ayıbı idi.
***
Ünlü yazar ve şairlerimizden cennetmekan Mithat Cemal Kuntay bir milletin istiklal ve bağımsızlığının sembolü olan ve o milletin namus ve onuru sayılan ay yıldızlı bayrağımız için!...

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır;
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır! Der.

21.Asra geldiğimizde hiç kimsenin bu mübarek varlığımızın rengini
kirletmeye, şehitlerimizin mübarek ruhlarını incitmeye hakkı yoktur. Bunu yapan hele ki bir eğitim kurumu ise bunun tek bir adı vardır o da gaflet ve dalalettir.
Burada gördüklerimiz sadece bu okulumuzla da sınırlı değildir. İlimizdeki pek çok kurum ve kuruluşlarımızda da bu gafleti zaman zaman görmekte ve ürpermekteyiz. Mübarek şehitlerimizin canları ve kanları bahasına yere düşürmedikleri şanlı bayrağımıza gerekli saygıyı göstermemek, onu kirli ve yırtık tutmak tam manasıyla şanlı bayrağımıza yapılan bir ihanettir. Ona gerekli saygı ve hürmeti göstermek, onun gölgesinde serinlenmek ise her Türk için bahtiyarlıktır.
***
Burada yapılması gereken eğitim kurumlarımızın başındaki olan isimler ile kamu dairelerini denetleme yetkisine sahip vali ve kaymakamlar okullarımıza ve kamu kurumlarımıza bir genelge göndererek bu gibi hataların affedilemeyeceğini bayrak asma ve indirmelerin 2893 Sayılı Türk Bayrağını Koruma Kanunu çerçevesinde yapılmasını istemek ve olayı titizlikle takip etmektir.
Biz görevimizi yaptık!..Bakalım ilgililer ve yetkililerde görevlerini yapacak mı? Bekleyelim görelim.
***
NOT: Şimdilik bu okulumuzun adını yazmadım. Ama bundan böyle bayrağımıza gerekli saygı ve hürmeti göstermeyen her kurumu, her kuruluşu, her okulu içimdeki bayrak sevdası gereğince adı ve adresi ile birlikte kamuoyuna duyuracağıma söz veriyorum.
***///***
Mehmet Şükrü Baş 27 Eylül 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

21 Eylül 2010 Salı

YOK MUDUR KURTARACAK BAĞRIYANIK….?





























MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

YOK MUDUR KURTARACAK BAĞRIYANIK….?

1967-1968 yılları olsa gerek.

Keban istimlâki bütün hızıyla devam ediyor. Kadastroda çiçeği burnunda bir memurum. İş ve İşçi Bulma Kurumu Müdürüyle tanışıyorum. Sözün akarında mezuniyetimi soruyor “Sanat Enstitüsü, torna tesviye” diyorum. Gözleri fal taşı gibi açılıyor. “Yahu arkadaş” diyor Almanya bizden kalifiyeli işçi istiyor yarın gel seni Almanya’ya göndereyim. Burada aldığın maaşın beş-on katını alırsın” diyor.

Hiç düşünmeden cevap veriyorum. Ne diyorum biliyor musunuz?

“Benim ülkem bana yeter” diyorum.

Benim ülkem bana yeter.

Çünkü insanın ülkesini sevmesi, ona sevdalı olması çok farklı bir olgu, bunun parayla, maddiyatla değerlendirilmesi mümkün değil. Onu karşılıksız sevmek gerek. Ana gibi yar gibi sevmek gerek. İnsanın onu karşılıksız sevmesi tertemiz bir duygudur. Bu duygu bir ibadettir. Namaz Kılmak kadar, Hacca gitmek kadar önemli bir faraziyedir, mübarektir. Çünkü vatan hürriyettir, vatan namustur.

Bu faraziyeler ışığında vatana ihanet etmek İslam’ın beş şartına, kur’ana, dine, imana ve bütün ahlaki değerlerimize, topyekûn insanlığa ihanet etmek gibidir. Hele bu vatan toprağı yüz binlerce şehidimin kanı ile sulanmış ise, hele bu vatan toprağının bir metre karesinde altı bin mermi var ise, hele bu vatan evliyalar otağı, peygamberler diyarı ise, hele bu vatan Anadolu ise durmak gerek, düşünmek gerek.

Eğilip de bu toprağı öpmek gerek.

***

Kurtuluş Savaşı yıllarında, o zor günlerde TBMM kürsüsünden bir milletvekili kürsüye çıkıyor ve Namık Kemal’in iki dizelik ölümsüz şiirini okuyor.

“Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,

Yok, mudur kurtaracak bahtı kara maderini?”

*

Milletvekili kürsüden iniyor ve bu sözlere TBMM Başkanı Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk şu karşılığı veriyor.

“Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,

Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!”

Diyor ve o ruh Kurtuluş savaşında muzaffer çıkıyor. Vatanın bağrına dayanan düşman hançeri sahibine saplanıyor.

***

Aradan yıllar geçiyor bu günlere geliyoruz. Vatan Şairi’nin “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini” sözlerini yerinden çıkarıyor düşman sözcüğü yerine “hainler” sözcüğünü koyuyoruz ve diyoruz ki!

*

“Vatanın bağrına dayamış hainler hançerini”

*

Ve bir ses bekliyoruz, duymak istediğimiz bir ses. Bir lider arıyoruz kürsüye çıkacak Yüce Meclisin tarihi kürsüsünde bu aziz milletime “Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” diyecek bir lider. Yüreklerimize su serpecek milletimizi kendisine inandırabilecek bir lider. “Ben hayatımda milletimi kandırmadım” diyebilecek kadar güvenilir bir lider.

“Vatanın bağrına hainler dayasın hançerini, // Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini!” cevabını verecek bir lider.

***

Günümüzde PKK ile yapılan bu mücadelenin adı bazılarının dediği gibi “Savaş” değildir. Savaşlarda şartlar eşit olur, cephe olur, düşman olur. Burada böyle bir şey var mı?

Karşımızda şerefli bir düşman var mı?

Yok!..

Karşımızda bir cephe var mı?

Oda yok.

Peki ne var?..

Karşımızda pusu var, karşımızda tuzak var, ihanet var, döneklik var, alçaklık var.

Karşımızda iki yaşındaki bebeklerin kundaklarına bomba koyan bir kahpelik var.

Karşımızda komşusunun, dindaşının, arkadaşının, vatandaşının yoluna mayın döşeyen bir şerefsizlik var.

Karşımızda masum insanların kadınların, yaşlıların, çocukların hayatlarına kast eden hainler var.

Karşımızda tırnakları arasında şehidimin al kanı kurumuş kanlı eller, kirli yüzler var.

Daha sayayım mı?...

Sorsanız bunlara amacınız ne diye?...

Makul ve mantıklı bir cevapları olabiliri mi?....

Makul ve mantıklı bir insan bu cennet vatana ihanet edebilir, masum insanları, kendi halkını, iki yaşındaki çocukları katledebilir mi?....

Makul ve mantıklı insan hiç tanımadığı, kimlerin gelip, kimlerin geçeceğini bilmediği güzergaha mayın döşeyebilir mi?.. Mantıklı bir insan iki yaşındaki bebeğin kolunu bacağını koparabilir mi? Mantıklı bir insan elinde defteri kitabı olan yavrularımızın doldurduğu otobüslere Molotof kokteyli atarak onları ateşe verebilir mi?

Mantıklı bir insan kendi yurduna, kendi insanına ihanet edebilir mi?..

Özetleyecek olursak bunları yapanlara insan denilebilir mi?...

***///***

Mehmet Şükrü Baş 23 Eylül 2010 tarihli ElazığNurhak ve 27 Eylül 2010 tarihli Malatya Hakimiyet Gazetelerinde yayımlanmıştır.

AHA ZİİL ÇALDI


MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

Mehmet_sukru_bas@mynet.com

AHA ZİL ÇALDI!

Öğrenciliğimizde teneffüslerde bile takım kurar, futbol oynardık. Daha top ayağımıza gelmeden zil sesini duyduğumuzda “Aha zil çaldı!” derdik.

Aha zil çaldı!

O günden bugüne aradan kaç yıl geçti dersiniz?

Şairin dediği gibi “Saymadım kaç yıl oldu.”

Evet, hiçbir zaman olmayan okul çantamıza el sürmeyeli, sıralarımıza geçip oturmayalı kaç yıl oldu acaba? On mu, yirmi mi, otuz mu, kırk mı?

Tam 50 yıl. Tebeşir kokusuna hasret kaldığımız koskoca bir 50 yıl, bir yarım asır.

***

Hani her 23 Nisan’da çocuklar hâkimlerin, savcıların, kaymakamların, valilerin koltuklarına oturur, onları bir iki saatliğine temsil eder, iki saatliğine de olsa hâkim, savcı, vali, kaymakam olurlar ya. Ne olurdu birileri bizleri de bu yaşta o koltuklardan birine oturtsaydı. İki saatliğine “Ne olmak istiyorsan ol.” deselerdi. Acaba ben o zaman hangi koltuğa otururdum. Bir iki saatliğine vali mi olurdum, kaymakam mı olurdum, hâkim, savcı mı olurdum; yoksa öğrenci veya öğretmen mi olurdum?

Birisi bana “Bu koltuklardan birisine otur.” deseydi hiç tereddüt etmeden öğrencilerin oturduğu sıraya veya öğretmenlerin kara tahta önündeki kürsüsüne otururdum.

Ya öğretmen, ya öğrenci olurdum.

Ya öğrenen, ya öğreten olurdum.

Çünkü dünyada öğrenenden veya öğretenden daha mübarek bir mesleğin olduğuna inanmıyorum.

Çünkü bu dünyada adam gibi adam olmak, adam gibi yaşamak istiyorsan ya öğrenen, ya da öğreten olacaksın. Yaşıyorsan öğreneceksin, yaşıyorsan öğreteceksin. İlim Çin’de olsa Çin’e gideceksin. Ot gibi gelip palak gibi gitmeyeceksin.

Bu yüzden birileri bana “Gel seni iki saatliğine istediğin makama getireyim.” dese hiç çekinmeden ya öğrenci ya da öğretmen olurum.

Ya öğrenci olur öğretmenimin ellerinden ya da öğretmen olur öğrencilerimin gözlerinden öperdim.

***

Öğrenci olur Allah’ın ilk emri olan “ Oku! Yaradan Rabbin adıyla oku!” emrine riayet ederdim ve Hazreti Ali’nin dediği gibi “Bana bir harf öğretenin kulu kölesi olurdum.” Çünkü Yüce Rabbim bir tek öğretenin kapısında kul, köle olmayı emrediyor. Bunun haricinde kulun kula, kul olmasını yasaklıyor. Görüyor musunuz öğrenmenin veya öğretmenin Allah katındaki faziletini?

Onun içindir ki Nebiler Nebisi Peygamberimiz, insanların insan olabilmeleri için “İlim Çin’de de olsa öğreniniz.” demiştir.

İlim Çin’de de olsa öğreniniz; ilim için, irfan için Çin’e dahi gidiniz.

***

Saygıdeğer öğretmenlerim!

Sizlerin üzerinde çok büyük sorumluluklar vardır, büyük veballer vardır. Ulu önder Atatürk ülkenin geleceğinden sizleri sorumlu tutuyor. Sizler bu ülkenin temel taşları, cumhuriyetin teminatlarısınız. Hâla 45 kişilik sınıflarda eğitim verseniz de, semt pazarlarında nane, limon satsanız da, bir ceketle birkaç kışı geçirseniz de görevinizi tam olarak yapacaksınız. Zira siz bütün meslek dalları içerisinde eli öpülecek, saygı duyulacak tek insanlarsınız.

***

Ve siz sevgili öğrencilerim. Ne olur bir günlüğüne sizlerin yerinde olabilseydim. Oturduğunuz sıralarda ben de oturabilseydim, tebeşir tozlarını ben de içime çekebilseydim ve yeniden dünyayı tanıyabilseydim.

Ne olurdu?

Yine teneffüslerde bahçeye çıkıp, takım kurup, maça çıksaydım ve zil çalındığında “Aha zil çaldı!” diyebilseydim.

Ne olurdu?

***

Eğitim ve öğretim yılının öğrencilerimize ve öğretmenlerimize, onların şahsında ülkeme hayırlara vesile olmasını diliyor, bütün öğrencilerimin gözlerinden, küçük büyük bütün öğretmenlerimin ellerinden öpüyorum.

***///***

Bu yazı 20 Eylül 2010 Elazığ Nurhak ve 20 Eylül 2010 tarihli Malatya Hâkimiyet gazetelerinde yayınlanmıştır. M.Ş. Baş

.

14 Eylül 2010 Salı

K E F E N

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

K E F E N

**********

Ne kadar soğuk bir başlık değil mi sevgili okurlarım?

Nedir bu kefen, nereden çıktı bu kefen?

Efendim, Türk Dil Kurumu kefeni “ölünün gömülmeden önce sarıldığı beyaz bez, yakasız gömlek” olarak tarif eder. Kefen dünyanın yalan, insanların fani olduğunu akla getiren bir unsurdur. Gözü doymaz insanlar için “Kefenin cebi yok.” Dememiz de bundan olsa gerek.

Kefenin bir diğer adı da iki metre bezdir. Hanın hamamın da olsa, deryada salın da olsa, sahilde gemiciğin, Boğaz’da yalın da olsa götüreceğin iki metre bezdir. O da nasip olur mu olmaz mı orası belli değil.

Allah hepimize helal kazanılmış kefenlere sarılmayı nasip etsin. Çünkü her kula nasip olmaz helal bir kazançla alınmış kefene sarılmak. Bunun yangını var, seli var, deryası, denizi var. Bir kuytuda çürümesi, kurda kuşa yem olması var.

***

Ülkemizde bir referandum yapıldı. Kulakları çınlasın Erkan Yolaç’ın “Evet mi, Hayır mı?” yarışmasına benzeyen bir referandum. “Evet!” diyenin de “Hayır!” diyenin de bu paketin içerisindeki hükümleri tam olarak bilmediği bir referandum. Kimilerince kimilerine sakın ola ki “Evet!” demeyesin denilirken kimilerince de kimilerine sakın ola ki “Hayır!” demeyesin denildi.

Vatandaş okyanuslar ötesi aldığı icazete göre evet veya hayır dedi.

Ne diyelim vatana millete hayırlı olsun.

***

Benim anlamadığım Başbakanımızın meydanlarda sık sık “Biz bu yola kefenimizi giyerek çıktık.” demesiydi. Bu sözleri her duyduğumda bir tercüman bulsam da bu sözlerin anlamını çözebilsem demişimdir. Çünkü bu sözler referandumla ilgisi alakası olmayan sözlerdi. 1950–1960 yılları arasında iktidar olan rahmetli Adnan Menderes’in sık sık telaffuz ettiği ve üzülerek söyleyeyim ki sonucunda başına geldiği soğuk ve üzücü bir hadiseydi.

***

Başbakanların görevi iktidarları münasebetiyle kefen giyinmek değildir. Milletine aş ve iş imkânı sunabilmek, ipekten gömlek giyindirebilmek, milletinin huzur içerisinde yaşamasını temin etmektir. Elbette ki her insan doğacaktır, yaşayacaktır ve ölecektir. Allah hepimize helal kazançla döşeğimizde sarılabileceğimiz kefenler nasip etsin. Günlük yaşantımıza baktığımızda ne yazık ki her kula sarılacak kefen de nasip olmuyor.

Kimisi geçim sıkıntısından boğaz köprüsünden atlıyor, kimisi diri diri yanıyor. Sayın Başbakanın ağzından düşürmediği kefende ne yazık ki bunlara nasip olmuyor. Binlerce insanımız terör denilen lanet yapılanmaya kurban giderken kimileri aş ve iş bulamadığından intiharı yeğliyor.

Lütfen sıkı durunuz. Sayın Başbakanımızın tozpembe gösterdiği devri iktidarında yani son on yılda ülkemizde 25 bin kişi intihar ediyor. İşte Türkiye’nin görünmeyen bir yüzüdür bu. 25 bin vatan evladı çeşitli nedenlerle beyaz kefene sarılıyor.

***

Silvan ilçesinde seyyar satıcılık yapan Hacı Oruç da bunlardan birisiydi. Hacı Oruç oruçluydu. İftar vaktine de az kalmıştı. Evine doğru yol aldı; eli, kolu boştu. Yedi yabancı gibi korka korka çaldı evinin kapısını. Kapıyı on bir yıllık eşi açtı. Kadın kocasının elinin kolunun boş olduğunu gördü, o da onun kadar yıkıldı. İki çocuk babası Hacı Oruç içeri girince her erkeğin sorduğu bir soruyu sordu hanımına yani akşama ne yaptığını sordu. Kadın söyleyecek söz bulamıyordu. Zavallı kadın içi kan ağlaya ağlaya boğazında düğümlenen hıçkırıkları gizlemeye çalışarak “Evde yemek yapacak bir şey yoktu, yemek yapamadım.” diyebildi.

Bu cevap en güçlü erkeği bile yere yıkacak bir cevaptı. Bu cevap ömründe sırtı yere gelmemiş bir pehlivanı bile yerlere serecek kadar öldürücü bir cevaptı. Hacı Oruç odasına çekildi ve Hacı Oruç iftar vakti, iftarını açmadan intihar etti.

Demek ki bu ülkede kefen Hacı Oruçlara lazım imiş.

Aşı, işi olmayan aç sefil insanlara lazım imiş.

Teröre kurban verdiğimiz sekiz bin askerimize polisimize lazım imiş, intihardan başka çaresi olmayan 25 beş bin bahtı kara insanımıza lazım imiş.

Kefen size ne lazım Sayın Başbakan size ne lazım? Allah gecinden versin aşınız var, işiniz var, deryada salınız var daha ne istiyorsunuz?

Referandum da bitti artık. Milletin duygularıyla oynamayınız. Hiç değilse genel seçimlere kadar şu soğuk sözcüğü yani kefeni ağzınıza almayınız. Bırakınız kefeni kefene muhtaç olanlar telaffuz etsin.

Çünkü bu milletin yarısı aç, yarısı kefene muhtaç.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 17 Eylül 2010

EVET’İNİZ HAYIRLI OLSUN

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

EVET’İNİZ HAYIRLI OLSUN

(BİR ŞEHRİN PANORAMASI)

Yurt genelinde olduğu gibi ilimizde de bir referandum yapıldı. Evet, çilerin neden “Evet!” dediğini, hayırcıların neden “Hayır!” dediğini bilmedikleri okyanuslar ötesi icazete dayalı bir referandum.

İl genelinde % 81.63 Evet, % 18.37 Hayır’ın çıktığı kimilerine göre oldukça hayırlı bir anket.

Her vatandaşın saygı duyması, kabullenmesi gereken bir anket. Halkın hür iradesi ile can bulan bir anket, ülkemize ve milletimize hayırlara vesile olur inşallah.

Ancak ezici bir çoğunlukla “Evet!”lerin çıktığı ilimizde Evet’çilere soru sorma, onları yargılama gibi bir konumda olmamamıza rağmen, tamamen iyi niyetimize ve şehrimize olan sevgimize dayanarak onlara bazı soruları da sorma ihtiyacını duymaktayız.

***

* Şehrin hangi özelliğinden, hangi güzelliğinden, hangi kalkınmışlığından, hangi refahından ötürü bu referanduma ezici bir çoğunlukla “EVET!” denildi? Evet denilen bu paketin içerisinde işsizliğe çözüm, açlığa susuzluğa önlem, geleceğe güven, yolsuzluğa, yoksulluğa, yalana, talana çare var mıydı?

* Elazığ’da son on yılda kaç işyeri açıldı, kaç iş yeri kapandı biliniyor mu?

* Elazığ’da on yıl önce ne kadar işsizimiz vardı şimdi ne kadar işsizimiz var?

* Elazığ’da son on yılda kaç iş yeri ve kaç fabrika kapandı?...

* Elazığ’da son on yılda kaç kurum ve kaç kuruluşumuz başka illere gitti, bunların gidiş sebebi neydi?

* Elazığ’da icralık vatandaşımızın adedi dün ne kadardı bu gün ne kadar?

* Elazığ’da sırf geçimi sıkıntısı ve işsizlik yüzünden aile mahkemelerinde ne kadar boşanma davası açılmış bu dava sonucunda kaç evlilik sona ermiştir?

* Elazığ’da son on yılda geçim sıkıntısından ve çeşitli bunalımlardan ötürü kaç tane intihar vakası olmuştur?

* Elazığ’daki vatandaşımızın bütün afra tafralara rağmen alım gücü dün ne kadardı bugün ne kadardır?

Elazığ’da bankaların kapılarına dayandığı esnafımızın memurumuzun emeklilerimizin, köylümüzün adedi ne nedir?

Emekliler, dul ve yetimler, işsizler, işini kaybedenler bir bardak çay parasına muhtaç mıdır değil midir?

***

Devam ediyoruz!...

* Elazığ’daki Eğitim ve öğretim düzeyimiz nerelerdedir? Eğitimimizin şuanda ülke geneli baz alındığında 63.sırada olduğu DOĞRUMUDUR?

* Bir derginin yaptığı araştırmada “Yaşanılabilir iller” sıralamasında 2007 yılında 7.Sırada olan Elazığ’ın 2008 yılında 17.Sıraya, 2009 yılı araştırmasına göre de 23 basamak gerileyerek kırkıncı sıraya düştüğü, aynı derginin son iki yıl içinde Elazığ’ın, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda önemli ölçüde gerilediği iddiası DOĞRUMUDUR?

* Üniversitemizin dün ile bu gününü mukayese ettiğimizde üniversitemiz kaç yıl öncesindeki konumundadır. İddia edildiği gibi üniversitemizin 17 yıl önceki durumu ile aynı durumda olduğu DOĞRUMUDUR?

* Üç tarafı su ile kaplı Uluova, Altınova ve Kuzova gibi üç devasa ovaya sahip ilimizde tarımının bitirildiği, köylünün çoğunlukla icralık oldukları DOĞRUMUDUR?

***

Şehrimizi komşu vilayetlerimizle mukayese ettiğimizde:

* Malatya’nın 2008 yılında 41.sırada iken bugün 28 sıraya,
* Diyarbakır’ın 2008 yılında 80 sırada iken bugün 68.sıraya,
* Tunceli’nin 2008 yılında 50.sırada iken bir basamak yükselerek bugün 49.sıraya yükselmiş, Elazığ ise gerilemiştir.

Böyle bir gerçek karşısında şapkamızı önümüze koyup düşünmemizi gerektirmiyor mu?

***

İlimizin genel olarak sosyal ve ekonomik tablosu böyle iken halkımızın ezici bir çoğunlukla referanduma “Evet” demesi halkımızın şehrimiz hakkında ne derece bilinçsiz olduğunu göstermektedir.

Elazığ’da ne olmuştur ki halkımız bu kadar etkilenmiştir.

* Halkımız aş ve iş sahibi mi olmuştur?

* Köylü işçi, emekli refaha mı kavuşmuştur?

* Gelir düzeyimiz mi artmıştır?

* Eğitim düzeyimiz mi yükselmiştir?

* Sanayimiz mi gelişmiştir?

* Ne olmuştur da halkımız bu referanduma % 82 gibi ezici bir çoğunlukla “EVET!” demiştir”

Söyleyecek söz yok. Herkes hakkına razı olmak durumundadır. Demek ki biz bunları hak ettik.

Ne diyelim “EVETÇİLERE Hayırlı uğurlu olsun.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 15 Eylül 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

13 Eylül 2010 Pazartesi

BAYRAM KAVGASI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

BAYRAM KAVGASI

Biz emekliler “Ununu elemiş eleğini asmış” insanlarız. Otuz’u aşkın devlet hizmetimizden sonra baktık memuriyeti götüremiyoruz bari emekli olalım diyenlerdeniz.

Önceleri emekliliği kolay bir şey sanmıştık. Kendi kendimize diyorduk ki “Amirde benim memurda, karışanımız olmaz, görüşenimiz olmaz” demiştik. Meğerse kazın ayağı hiçte öyle değilmiş. Emekli olunca konumun, pozisyonun hatta bakan gözler bile değişiyormuş.

Nasıl mı?

İzin verin izah edeyim.

30 gün oruç tuttuk, her ne kadar ikindinin sünnetini kılıp farzını unuttuksa da Allah kabul buyursun namazımızı niyazımızı eda ettik, arife günü bayramda ne alacağımızı hanımla baş başa verip; önemli bir vatan hizmeti gibi değerlendirmeye çalıştık.

Bayram şekeri, kolonyası, kolası, kadayıfı, tatlısı vs.

Davulcunun, zurnacının parasını da bir güzel denkleştirip bir köşeye koyduk. Ve bendeniz dışarı çıkıp hanımla listelediğimiz ihtiyaçlarımızı kıt kanaat da olsa alıp eve döndüm.

***

Hanım her zamanki gibi yüzüme değil de getirdiklerime baktı ve paketleri açmadan mutfağa götürdü.

Hanım mutfakta iken celalliğim tuttu hanıma “Aman hanım kadayıfın altı kızarmış mı? kızarmamış mı?.. ona dikkat et” dedim.

***

Bayram sabahı erkenden uyandık, hanım evin işlerini yapadursun ben Bayram namazına gittim. Şükürler olsun camide yeryüzünden nizasız, kavgasız eve döndük.

Gerek dini vecibelerimizi gerekse aile reisliği görevini tam olarak yapmanın mutluluğu içerisindeydim.

***

Kapımızı ilk çalan mahallenin çocukları oldu. Onların şekerlerini vermek için hanım mutfağa girer girmez kıyametin ilk belirtileri oluştu. Ve hanım “Şeker nerede? Şeker!” diye bir hışımla bana doğru gelmeye başladı.

Sahi şeker neredeydi?

Galiba ben şekeri unutmuştum.

Hanım söylendi, ben müdafaaya çekildim, hanım hiddetlendi, ben sustum. Ama daha fazla dayanamadım cevap vermek zorunda kaldım.

“Ne var yani unuttumsa unuttum bu ülkede Başbakanı bile arabasında unutuyorlar ben şekeri unutmuşum çok mu?” dedim.

***

Tam sükûta ermişken kapının hızla çalındığını duyduk açtım davulcu.

—Hanım hanım diye seslendim” Davulcuların parasını getir”

Davulcu gelecek paranın miktarını merak ededurursun hanım elindeki 3–4 YTL’ yi davulcuya uzattı. Davulcu bir hanımın bir benim yüzüme baktı sonra elindeki paraları göstererek “Bu ne?” diye sordu.

Hanım para dedi.

Davulcu “Hanım Hanım, bir ay nefes tükettik, tokmak çaldık bumu bahşişimiz? Dedi.

Baktım ki işler sarpa sarıyor, davulcunun elindeki tokmağı görünce hanımı ileri sürüp ben bir iki adım geri çekildim.

Baktım ki yine olmuyor bu kez istemeyerekte olsa olaya ben müdahil oldum.

—Davulcu Davulcu dedim. Sen bir ay vakitli vakitsiz, notasız, makamsız davul çaldın ben sana 4 lira veriyorum. Biz devlete 30 yıl hizmet ettik, belimiz büküldü, gözümüz kör oldu devlet bize Ocakta % 2 Temmuzda da % 2 olmak üzere taksitlerle yüzde dört verdi. “Daha ne istiyorsun” dedim.

Davulcu yüzüme baktı!.....

Haklısın abi dedi.

Vallahi haklısın!...

***///***

Mehmet Şükrü Baş 13 Eylül 2010

Elazığ Nurhak ve Malatya Hâkimiyet Gazetelerinde yayınlanmıştır.

5 Eylül 2010 Pazar

BİR VALİNİN DÖNÜŞÜ VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ














Sayın Vali Sayın DENKTAŞ'ı karşılarken
----------------------------------------
15.Hazar Şiir Akşamlarında Sayın Valimiz Cengiz Aytmatov ve bu etkinliğe katılan şair ve yazarlarla birlikte Elazığ Atatürk anıtında (alt resim)












BİR VALİNİN DÖNÜŞÜ VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

Vali Muammer Muşmal Ankara Vali Yardımcısı iken Elazığ Valiliği’ne atanmıştı. Görev yaptığı sürece Elazığ halkının sevgi ve saygısına mazhar olmuş çalışkan ve kusursuz bir yönetici idi. Görev süresini tamamlamadan sebepsiz bir sebeple merkeze alındı.

Bir vali için merkeze alınmak kızağa alınmak gibiydi. Sayın Vali bu tasarrufa karşı yapılması gerekeni yaptı, idare mahkemesine dava açtı. Davayı kazandı ve görevine döndü.

Gel gör ki AKP Hükümeti bu kararı kabullenmedi. Dediğim dedik, çaldığım düdük misali mahkeme kararına karşı itirazda bulundu ve itirazın kabulü ile Sayın Muşmal ikinci kez yeniden merkeze alındı.

Sayın Vali ile iktidar arasında bir hukuk savaşı başlamıştı. Sayın Vali bu kez konuyu Danıştay’a götürdü ve Mayıs 2010’da davayı kazandı. Aradan dört ayı aşkın bir zaman daha geçti. Danıştay kararı, taraflara tebliğ edilir edilmez Sayın Muşmal yeniden eski görev yerine döndü.

Hayırlı uğurlu olsun diyoruz.

***

Bu atama seyri bir vali ile hükümeti arasında yapılan bir hukuk savaşıydı. Bir tarafın hukuku tanımayan bir tutum içerisine girmesiydi. Ve bu savaş hukukun üstünlüğü ile sona erdi.

Yargı hakkı sahibine teslim etti.

Burada bu günkü tarih itibariyle yapılması gereken yargı kararına saygı duyulması ve yargının verdiği kararın bütün kesimlerce kabul edilmesidir. Mademki biz hukuk devletiyiz o halde hukukun üstünlüğüne de inanmalıyız. Bizler her zeminde ve her zaman hukuk devleti, hukuk devleti deyip duruyoruz ama hukukun verdiği kararları da hukuksuzluk sayıyoruz. Böyle bir anlayışı kabullenmek mümkün müdür?

Peki, ne yapılması gerekir diyecek olursanız. Bu aşamada hükümet verilen karara saygı duymalı bu doğrultuda Sayın Vali’nin yanında yer almalı ve ona devletin valisi olduğu güveni verilmelidir.

Yine bu günkü tarih itibariyle ilimizin seçerek parlamentoya gönderdiği beş milletvekilimiz, sivil toplum örgütlerimiz, basınımız, resmi kurum ve kuruluşlarımız Sayın Valimizi ziyaret ederek onun yanında yer aldıklarını, şehrin problemlerini birlikte çözeceklerini halkımıza ve kamuoyuna deklare etmelidirler. Bu gereksinim şehrimizin huzur ve güveni için, şehrimizin kalkınması için vazgeçilmeyecek bir ihtiyaçtır. İhtiyaçtan öte yarınlarımız için bir faraziyedir.

***

Hükümetin Sayın Muşmal’la olan gayri kanuni zıtlaşması elbette ki şehrimize zarar vermiştir. Devamı halinde verecektir de. Nitekim merkeze alınan eski valimiz Sayın Erol “Elazığ için yapmak istediğimi tam olarak yapamadım.” diyerek görevini gereği gibi yapamadığını dile getirmiştir. Elbette ki bu trafik Sayın Erol için de üzücü bir durum meydana getirmiştir. İstanbul’dan Elazığ’a atanacaksın, arkasından Tokat’a, onun arkasından yeniden Elazığ’a, bu kez Ankara’ya yazık günah değil mi?

Bir vali bu kadar mı kolay yetişiyor?...

***

Ben bu yazıyı bir gazeteci olarak Sayın Valimizin göreve başlamasından bir hafta sonra kaleme aldım. Amacım halkın duygularını öğrenmekti. Bunu da öğrendim. Konuştuğum yüzlerce insanın Valimizin Elazığ’a dönüşündeki memnuniyetini gördüm. Bir kamuoyu yoklaması yapar gibi vatandaşın duygu ve düşüncelerini aldım, sonuç olarak halkımızın Sayın Muşmal’ı gerçekten sevdiğini, ona inandığını, ona güvendiğini gördüm.

***

Neticede bu hadise bir valinin azmini ve ülkemizde her türlü karalama ve olumsuzluğa rağmen hukukun hâlâ var olduğunu göstermektedir. Biz her zaman ve her zeminde hukukun üstünlüğüne inanıyor, yargımıza güveniyoruz. Unutulmamalıdır ki yerden yere vurduğumuz bu yargı günün birinde hepimize lazım olacaktır.

İstesekte olacaktır, istemesekte olacaktır.

Bu düşünceler ışığında bizde yazımızı “Hoş geldiniz Sayın Valim” ve “Yaşasın Adalet” diyerek noktalıyoruz.

Bu tasarruf hayırlara vesile olur inşallah.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 06 Eylül 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi