28 Ekim 2010 Perşembe

PARKTAKİ İHTİYAR



































































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

PARKTAKİ İHTİYAR

Şair diyor ki;

Ben sonbaharı sevmem,

Sonbaharda üşürüm.

Ben ki her sonbaharda

Ölümü düşünürüm.

Denilecektir ki; Ölüm her mevsimde düşünülmelidir.

Doğrudur. Bizde bu duygular içerisinde yaşımızın getirdiği karamsarlıkla solan yaprakların dallarından düşüşünü seyrediyoruz. Kendimizi o düşen yaprağın yerine koyuyor, dalımızdan ne zaman kopacağımızın muhasebesini yapıyoruz.

Camilerimizde verilen her sala’yı pür dikkat dinliyoruz. Acaba hangi arkadaşımızın, hangi dostumuzun salası veriliyor diye endişeye kapılıyoruz.

Şairin dediği gibi” Bindik bir marşandize // Teker teker iniyoruz.”

Bu duygular insanı yaşadığı ortamda bile garip kılıyor, bu duygular insanı karamsarlığa, yalnızlığa itiyor. O yalnızlık ki insanı yiyip bitiriyor. Yine böyle bir günde akşamın serinliğinde, yağmurların çiselediği bir sonbahar gününde parkta rastladığımız ve kendisi ile bir söyleşi yaptığımız zaman zaman da kendimizi onun yerine koyduğumuz bir ihtiyarın yaşantısını hayalide olsa şiirsel bir duyguyla sizlere aktaralım dedik.

Umarım her insan bu parkta mutlaka kendisine ayrılan bir bankın olduğunu bilecek ve günü geldiğinde kendisini o ihtiyarın yanında görecektir.

İşte o gün ve.....

PARKTAKİ İHTİYAR.”

***

Parkta bir sonbahar, bankta bir garip insan,
Öylesine mahzun, öylesine perişan
Korka korka gittim yanına, başladık konuşmaya,
Ömürden yaprak yaprak anılar anlatmaya

Dedim “Baba evli misin, yoksa dul musun?
Niye böyle kederli, niye böyle mahzunsun? ”
Dedi “Dert ile nikâh kıydım, ben onunla evliyim
Dört oğlum var, selvi gibi, dört de gelinim.”

Dedim “Hanımın ne oldu, yoldaşın nerde? ”
Dedi “Oğul, o ölünce düştüm bu derde.”
Dedim “Evin barkın ne oldu, gidecek yerin yok mu? ”
Dedi “Evlat deşme yaramı, başkaca işin yok mu? ”

”Çekinme baba dedim, anlat bana derdini”
Dedi “Anlatsam da derdimi, sanki bende biter mi? ”
Dedim “Gitsene baba, oğullarının yanına”
Dedi “Gitmeye giderim de alırlar mı yanına?”

Dedim “Baba önün kış, peki ne yapacaksın?
Oğlun, torunun var, gitsene onlar baksın.”
Dedi “Gidemem oğul, gelinlerim bakmazlar,
Oğullarım da onların sözlerinden çıkmazlar.”

Dedim “Şimdiye dek ne yaptın, hani senin servetin? ”
Dedi “Dört oğul büyüttüm, okuttum da everdim.”
“İyi ya” dedim “Ekmişsin tohumunu, hadi gidip biçsene,”
Dedi “Oğul sen ne bilin, kalkıp yolan gitsene.”

Dedim “Baba, peki bu günler nasıl geçer? ”
“Geçer evlat geçer” dedi, “Delip de geçer.”
Dedim “Baba kış ağır olur, bahara çıkar mısın? ”
Dedi “yudum yudum eriyorum, dönüp bir bakar mısın? ”

Kalkmak istedim banktan, titredim kalkamadım.
Sanki bir aynaydı karşımda, kendi kendime baktım.
Demek ki kader sessiz sessiz örüyorken ağını,
Yarınlar meçhul bize, kimler bilir yarını?

Güneş girmişti yuvasına, yağmur çiseliyordu;
Evi yurdu olanlar, evine gidiyordu.
Birbirimize sokulduk, benle ihtiyar,
Birer birer yanıyordu Luna Park’ta lambalar.

Akşamın karanlığı, çökmüştü üstümüze;
Teker teker kapandı, kapılar yüzümüze.
Girdim ihtiyarın koluna, baktım ki titriyordu,
Sanki bir mum gibiydi, yaşarken eriyordu.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 30 Ekim 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

27 Ekim 2010 Çarşamba

CUMHURİYETİ ANLAMAK -III-













































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

CUMHURİYETİ ANLAMAK -III-

Bugün Cumhuriyet Bayramı…

Bugün egemenliğin kayıtsız, şartsız milletin eline geçmesi,

Bugün bir milletin istiklâl ve hürriyetine erişmesi,

Bugün kula kulluk dönemine son verilmesidir.

Necip milletime kutlu olsun.

***

Cumhuriyet Nedir?

Cumhuriyet; milletin egemenliğini kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekili aracılığıyla kullandığı yönetim biçimidir.

Cumhuriyet; milletin din, dil, ırk ve cinsiyet gözetmeksizin kanunlar önündeki eşitliğidir.

Ülkemizin yönetim şekli hamdolsun ki cumhuriyettir. Kurucusu ise Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’tür.

O büyük kurtarıcıyı rahmetle, şükranla, saygıyla anıyorum.

***

Öğretmen sınıfta cumhuriyetin özelliklerini anlatıyor. Arka sıralarda iki afacanın kendi âlemlerinde olduğunu görünce onlara yönelip “Söyle bakalım Mehmet, Cumhuriyet nedir.?” Diye bir soru soruyor.

Mehmet’in dersten de, konudan da haberi yok içinden geldiği gibi cevap veriyor. CUMHURİYET ADAM OLMAKTIR ÖĞRETMENİM” diyor. Öğretmenin gözleri doluyor, Mehmet’ine sarılıyor, gözlerinden öpüyor. “Çok doğru evladım, çok doğru, Cumhuriyeti anlamak adam olmaktır.” Diyor.

***

Çünkü:

Cumhuriyet hürriyettir,

Cumhuriyet medeniyettir,

Cumhuriyet kemaliyettir.

Cumhuriyet ahlaktır, fazilettir,

Cumhuriyet kişiliktir, haysiyettir,

Cumhuriyet akla gelen her nimettir.

***

Bu günlere öyle sanıldığı kadar kolay erişilmedi. Cumhuriyet denilen o güzellik kendiliğinden gelmedi. 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı’na dünyanın belli başlı devletleri katıldı. Dört yıl süren savaş sonunda bizimle birlikte olan devletler yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Ülkemiz İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı. İşte bu esaret yıllarında Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir. Ülkeyi yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır” diyen Mustafa Kemal Paşa Kurtuluş Savaşı’nı başlattı. İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da açlıkla savaştılar, yoklukla savaştılar, cehaletle savaştılar, İngiliz’le, Fransız’la, İtalyan’la, Yunan’la savaştılar. Yetmedi yedi düvelle savaştılar. Binlerce şühedanın al kanları ile sulanan bu mübarek toprakları düşman çizmesinden kurtardılar. Bu kurtuluş sonrası Lozan Barış Antlaşması ile yeni bir devlet kurdular.

İŞTE BU DEVLET GENÇ TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ İDİ.

Türkiye Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaptı. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent oldu. Atatürk düşmanın ülkeden atılıp sınırlarımızın belirlenmesinden sonra, zihninde tasarladığı Cumhuriyetin ilânı üzerinde hazırlıklar yapmaya başladı. Yakın arkadaşlarına "Yarın Cumhuriyet'i ilân edeceğiz." dedi.

29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimiz ilân edildi. Karakterinde ‘Hür yaşama, ulusunu hür yaşatma, yaşadığı zamana damgasını vurma’ özelliği olan Mustafa Kemal Atatürk genç Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı oldu.

***

Atatürk ülkenin bekası, milletinin istiklali için didindi durdu. Ömrü savaş meydanlarında geçti, en büyük savaşını cehaletle yaptı. İnkılâpları ile ülkenin ufuklarını açtı. Hasta adam tabir edilen ülkemizin varlığını dünya devletlerine kabul ettirdi. Bugün onun bize armağan ettiği Cumhuriyetin güzelliklerini soluyoruz. Biz, siz, hepimiz!..

Dünya durdukça. Payidar kalsın ülkemiz,

Yaşasın milletimiz,

Yaşasın Cumhuriyetimiz.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 29 Ekim 2010

26 Ekim 2010 Salı

OĞLUM SEN OKUYUP TA NE OLACAKSIN?...





































































































MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ


mehmet_sukru_bas@mynet.com

OĞLUM SEN OKUYUP TA NE OLACAKSIN?...

Nedendir bilinmez hepimiz ilköğretim çağında bir çocuğu okşayıp sevdiğimizde ona adam olacak çocuk o yaşta belli olur gibi “Oğlum veya kızım sen okuyup ta ne olacaksın? Sorusunu tevdi ederiz. Bu soru yeni bir soruda değil bizim öğrenciliğimizde bile bu soruyu bize sorarlardı. Çok iyi hatırlıyorum bana da sormuşlardı da “Şoför” olacağım demiştim. Behey densiz bu trafikte şoförlük mü yapılar o zamanlar bunu hesap etmemiştim tabi. Bu da bir gerçeği açığa çıkarıyordu. Benim bir baltaya sap olamayacağım daha o günlerde belliydi.
Şimdi halada soruluyor bu soru.
Oğlum sen okuyup ta ne olacaksın?...
***
Sizi bilmem ama ben şuanda ilköğretimde öğrenci olsam birisi de bana bu soruyu sorsa öyle hâkim, savcı olacağım demem, doktor mühendiste olacağım demem. Öğretmen olacağımı hiç söylemem. Onlara göğsümü gere gere “Jet Fadıl olacağım efendim” derim.”Jet Fadıl olacağım”
Çünkü zaman Jet Fadıl’ların zamanı,
Uçmak devri uçurmak devri..
***
TV’de haberleri dinliyorum haber spikeri binlerce insanı tokatlayan, binlerce insanı kandırıp dolandıran daha dün cezaevinden tahliye olan Jet Fadıl’ın modaya uyup cüppe giyip sarık taktığını, panellerde, toplantılarda boy gösterdiğini söyleyince torunum içimden geçenleri okumuş gibi “Dede ben Jet Fadıl olacağım bu Jet Fadıl’ın kaç tane jeti var” demesin mi?...
Ne bilsin çocuk JET unvanının ona bu saftirik milleti çok kolaylıkla kandırdığı için, hükümetlerin bile kaderini etkilediği için, İstanbul’un göbeğinde milyarlar değerinde arsa ve ofislere sahip olduğu için bu unvanı aldığını ne bilsin.
Elhak doğruluk payı da yok değil Avrupa’da bile bu özelliklerinden ötürü nam sahibi olan Fadıl’a “JET” denilmesi birazda ilkelliği çağrıştırıyor. Adam ışık hızıyla yükseliyor. Günümüzün Sülün Osman’ı yakında Boğaz Köprüsünü de satarsa şaşırmayın hem de jet hızıyla, hem de hükümete….
***
Haber spikerinin Jet Fadıl’ın yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatması sonucu torunum kararlı bir şekilde “Vallahi ben Jet Fadıl” olacağım diyerek ne olacağına karar vermez mi?..Başımdan aşağı kaynar sular döküldü.Ulen ….. oğlu …. dedim senin baban mı Jet Fadıl olmuştu, deden mi?... Arzuhalci olup da bu milletini dertlerini yazsan olmaz mı?..Bu ülkede arzuhalcilik deyip geçmeyeceksin bu ülkede dolandırıcılığın her türlüsü, yalanın dolanın, talanın her çeşidi olduğu, yasalarda bunların yanında yer aldığı sürece bu ülkede haksızlıklar mı biter,yolsuzluklar mı biter, yoksulluklar mı? Bunlar bitmeyince her insan sana gelir. “Kurban olam kalem tutan ellere kâtip arzuhalim yaz” dercesine seni abadi ederler.
Onun için yaşasın Jet Fadıl’lar…
***
Geçenlerde de yazmıştım Jet Fadıl’ın dolandırdığı bir şahıs Jet Fadıl’ı mahkemeye veriyor. Ünü ülke sınırlarını aşan, Avrupa sınırlarını zorlayan, seçimlere giren vekil seçil seçilen ülkemizin medarı iftiharı Jet Fadıl mahkemeye mal beyanında bulunuyor külüstür bir arabasını mal varlığı olarak gösteriyor. Maksat garibanların hakkını yemek değil mi?..
Neylersiniz ki yasalarımız da bunu yutuyor. Niye yutmasın ki gökten ne yağdı da yer kabul etmedi?....İçimizde bu kadar yüzde altmışlıklar oldukça bu yüzde altmışlıklar da Jet Fadıl’lar yarattıkça, Jet Fadıl’larda elbette ki Köle İsauralar’la köle Kunta Kinte’ler yaratacaktır.
Doğanın kanunu budur.
Jet Fadıllar olacak ki garip gureba olsun. Garip gureba da olacak ki AKP iktidar olsun. İçimizdeki sözüm ona bazı uyanık işverenlerimizde fakir fukaranın alın terini yasaların boşluğundan da yararlanıp gasp edebilsin.
***
Ülkemizde var olan on binlerce Jet Fadıl’lar yanlarında çalıştırdığı işçisinin sigortasını yatırmıyor. Yasalarda ön görülen 8 saat yerine 10–12 saat çalıştırıyor, sesini yükselten, hakkını arayan işçisini de kapı önüne bırakıyor tazminatını bile ödemiyor.
Hiçbir mercide yazılanları çizilenleri ihbar kabul edip araştırmıyor, sormuyor, soruşturmuyor. Çünkü yasalar bunlardan yana böyle olunca da bu ülkede Jet Fadıllar tükenmiyor, tükenmiyor…
Onun içindir ki torunumda her adam olacak çocuk gibi haklı olarak Jet Fadıl olmak istiyor. Bence çok haklı biz olmadık ta ne halt ettik?...

***///***
Mehmet Şükrü Baş 28 Ekim 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

VAY ANAM VAY

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ
mehmet_sukru_bas@mynet.com

VAY ANAM VAY

Sıcaklığın günce güneş
Güzelliğin ay anam ay.
Olsa dahi bince kardeş
Kara günde “Vay anam vay!”
***
Okuduğunuz bu dizeler yazar ve şair kardeşim R.Mithat Yılmaz’a ait. R.Mithat Yılmaz’ın bu dizeleri benim için yazdığına inanırım. Çünkü ben ömrümün büyük bir bölümünü “Vay anam vay” demekle geçirdim.
Uyudum “Vay anam vay!” uyandım “Vay anam vay!” dedim.
Bacıyı, kardeşi düşündüm. Oğlanı, kızı düşündüm.
Yuvasına giremeyen kurdu, kuşu, ölmüş babamın mezarını düşündüm.
Yağmur yağdı ıslananları, kar yağdı yolda kalanları düşündüm.
Anamı düşündüm!
Yüz sekiz yaşındaki iki büklüm anamı
İşte o zaman daha derinden, daha yürekten “Vay anam vay” dedim.
Vay anam vay!
***
Tarih 10 Ekim 2009
Saat 04.30
Bu gece de her zaman ki gibi kaçıvermiş uykularım.
Balkona çıkıyorum. Karşımızdaki yarı aydınlık parkta yaşı ellilerin üzerinde olduğunu tahmin ettiğim bir adamın bankta oturduğunu görüyorum. Sonbaharın serin gecelerinden birisi. Pür dikkat o adama bakıyorum.
Harekâtsız ve bitkin duran adama.
Bir zaman sonra adam ayağa kalkıyor, yanındaki bohçayı açıyor, zorluklarla pantolonunun üzerine bir pantolon daha giyerken üzerine de paltosunu giyiyor. Yavaş hareketlerle banka oturuyor. Daha sonra aynı bohçada cekete benzer bir şey çıkarıyor dizlerine örtüyor ve o şekilde hayatla olan yaşam mücadelesini sürdürmeye çalışıyor.
Başına bir dayanak arıyor bulamıyor.
Bütün millet derin bir uykuda, kimileri sıcak yatağında, kimileri yar kucağında.
Bir o gariban yalnız birkaç köpek yavrusunun oynaştığı bu parkta.
Lale devrinin hüküm sürdüğü bu diyarda…
***
Beynimde bir uyuşukluk meydana geliyor,
Düşünüyorum, düşündükçe de üzülüyorum.
Gidip evime getireceğim korkuyorum in midir, cin midir diye?
Bu kez insanlar arasında iletişimin ve inandırıcı bir güvenin kalmadığına üzülüyorum sadece “Vay anam vay!” diyorum”
Vay anam vay!
***

Sevgili dostum R.Mithat Yılmaz beni benden iyi tanıyan birisi.
O her zaman ve her zeminde kafamda bir tahtamın değil birkaç tahtamın eksik olduğunu söylüyor. Onun bu tespiti ilerleyen yaşımın her kademesinde kendisini gösteriyor. Öyle olmasa gecenin bir saatinde kalkar parktaki garibanı düşünür onun derdiyle hemhal olur, kendimi yer bitirir miyim?
Bir ben miyim bu saatlerde uykusu kaçan?
Bir ben miyim bu âlemde duygusal olan?
***
İşte o zaman bilgisayarımın başına geçiyor ve bu yazıyı yazıyorum. Sık sık kalkıp parktaki garibanın yerinde olup olmadığına bakıyorum. İki büklüm halinde bankta uzanmıştı o garibim. Bütün sermayesini koyduğu o bohçayı başına yastık yapmıştı. Bir ömür kazandığı bütün sermayesi başının altındaki o bohçadaydı. Çünkü başka sermayesi olsaydı gecenin bu saatinde böylesine yalnız, böylesine kimsesiz ve böylesine perişan olur, burada bulunur muydu?
Saat 05.30’za geldiğinde minarelerde yanık bir sala verilmeye başlandı. İnsanın gönül tellerini titreten yanık bir sala. İnsanları birlik ve beraberliğe yardımlaşmaya insan olmaya, felaha çağıran bir sala.
Yeniden parka baktım.
Bank boştu.
Gitmişti bankın karanlıkları paylaştığı adam.
Nereye gittiği, kimlere gittiği bilinmiyordu.
Belki de ısınmak için Allah’ın evi dediğimiz bir camiye sığınmıştı.
Bana öyle geliyor ki bu gece o garibanı ağırlayan bank bile biz insanlardan daha duyarlıydı. ’Vay nefsimin’ hâkim olduğu bu dünyada “Vay anam vay” der gibiydi.
Vay anam vay!
***
Sabah ezanıyla birlikte kalkıp sabah namazını kıldım. Uyuyan torunumun yüzünü öptüm, üzerini örttüm.
Yine uykum yoktu.
Gözlerimin önüne o gariban geldi.
Pantolonun üzerine bir pantolon daha giyen,
Sıkı sıkıya sakosuna sarılan, sakosuna sığınan gariban
Bütün sermayesini başına yastık yapan gariban.
O adama baktıkça kendi kendimi görüyordum. Yorgun düşmüştüm. Sabahın ayazını yaşamış gibi üşümüştüm.
Yatağıma girdim dünyanın pisliğini, kirliliğini, insanların bencilliğini görmemek için yorganımı başıma çektim gayri ihtiyari derinden derine “Vay anam vay” dedim.
Vay anam vay! 12 Ekim 2009
***///***
Mehmet Şükrü Baş Ekim 2010 Malatya Hâkimiyet Gazetesi

23 Ekim 2010 Cumartesi

DOMATES BİBER PATLICAN

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

DOMATES BİBER PATLICAN

Rahmetli Barış Manço’nun çokta güzel okuduğu bir şarkısının adıydı “Domates biber patlıcan.” Bugünde yazımıza başlık oldu.

Keşke de olmasaydı.

Ülkeyi idare edenlerin basiretsizliği yüzünden bir tarım ülkesi olan ülkemiz sebze ve meyveye hasret kaldı. Allah göstermesin yakın bir zamanda da arpaya buğdaya hasret kalırsa şaşırmayın. Baksanıza sofralarımızın baş tacı olan domates uçtu, biber soldu, patlıcan kurudu. Korkarım ki bundan böyle domates biber patlıcan şarkılarda kalacak.

Ekranda izliyor manavlarda, pazarlarda görüyoruz. Bir tek domates bir buçuk lira, rahmetli Muhlis Akarsu sağ olsaydı “Beş nüfusa bir tek ekmek // Yetsin diyom yetmiyor ki!...” demek yerine “Beş nüfusa bir domates // Yetsin diyom yetmiyor ki” derdi.

Ama bakarsınız yakın bir zamanda bu sözü başbakanımız söyleyebilir. Alır eline bir domates “Beş nüfusa bir domates // Yetsin diyom yetmiyor ki!...”diyerek domatesin uçuş nedenini muhalefete yükleyerek gayet yerinde bir fakir fukara edebiyatı yapabilir.

***

Oysa sayın başbakanının devri iktidarında fakir fukara garip gureba hakikaten bir ekmeye, bugünde bir domatese muhtaç hale geldi. İnşaatlardaki amele öğlen paydosunda mendilini açar, iki tane domatesini çıkarır dilimlere ayırır, tuzlar “Ya Bismillah” diyerek ekmeğine katık eder yerdi.

Bugün yiyebiliyor mu?....

Ülkemizde asgari ücret 600 bir yevmiye 20 bir kilo domates 10 lira.

Yiyebilene aşk olsun.

Hele durun mevsim itibariyle daha köylerimizde tarlalarda domates var bunlarda tükendiğinde ışık hızıyla yükselen domates fiyatı amelenin iki yevmiyesi ile eşit hale gelecektir. Bir yevmiye ile iki kilo domates bile alınamayacaktır.

***

Son yıllarda bu ülkede ülkesini seven, gerçekleri gören her yazar her çizer adeta feryat ediyordu.

—Tarım bitti,

—Hayvancılık bitti,

—Köylü bitip tükendi diyorlardı.

Duyan, işiten odlumu?

Hayır!..

***

Bakarsınız yarın hükümet üreticiyi “Dışarıdan domates ithal edilebiliriz” tehdidi ile dize getirmeyi düşünebilir o zamanda daha geçen hafta gündeme gelen Yüksek Öğretim Kurumu Başkanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın kanımızı donduran ancak hiçbir yetkilinin kılını kıpırdatmasına vesile olmayan o müthiş iddiası aklımıza gelir..

Ne diyordu sayın Özcan?..

“ABD ve İsrail domatese yerleştirilecek bir genle Türk Milletini 20 yıl içerisinde yok edebilir”

Buyurun buradan yakın. İşte geldik o duruma…

***

Bir ülke düşününüz Ağustos ayında karpuzun kilosunu bir liraya yesin, domatesin kilosu daha Ekim ayında on liraya yükselsin.

Bir ülke düşününüz dışarıdan et ithal etsin. Diyanet İşleri Başkanı “Gerekirse bu yıl kurban kesmeyebiliriz” diyebilsin ertesi gün çark etsin. Bu ülkede inekte bol, öküzde bol, koyunda bol desin.

Bu ülkede ineğinde, öküzünde, koyununda bolluğundan şüphemiz yok ama bunlar var ise dışarıdan neden et ithal ediyoruz. Yediğimiz etin at etimi, eşek eti mi yoksa domuz eti mi olduğundan şüphe duyuyoruz?

Hani bu ülke tarım ülkesiydi,

Tarım ülkesi ise neden domatesi on liraya yiyoruz.

Hani bu ülkede hayvancılık gelişmişti?..

Gelişmiş idiyse neden dışarıdan et ithal ediyoruz?.

Tarımında, hayvancılığında damarları mı kurudu?...

Hayır, hayır hiçbir şeyin damarı kurumadı. Tahıl ambarı Konya ovası da, sebze, meyve deposu Çukurova’da, Mersin’de Antalya’da yerinde duruyor. Hayvancılığın merkezi Ağrı, Bingöl, Muş’ta yerli yerinde.

Sadece köylümüzle birlikte tarımında, hayvancılığında canına okudular o kadar.

***///***

Mehmet Şükrü Baş

22 Ekim 2010 Cuma

EMEKLİNİN ZAM RÜYASI

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

EMEKLİNİN ZAM RÜYASI

Günlerce reklâmı yapıldı. 2011 yılı emekli maaşlarına gelecek zammı bizzat Sayın Başbakanımız açıklayacak dendi. Bilumum eski ve yeni emekliler tabiri caizse günlerce ekranlara kilitlendi. “Bize verilecek zam karın doyuracak bir zam olsa gerek ki bizzat Sayın Başbakanımız açıklıyor” dediler ve Sayın Başbakan’ın vereceği müjdeyi beklediler.

Zavallı emekliler…

***

Beklenilen gün ve saat gelip çatmıştı. Sayın Başbakanımız kameralar karşısında mikrofona geldi. Gerek gruptaki vekiller gerek gazeteciler ve gerekse çay ocaklarındaki, kahvelerdeki ve evlerindeki emekliler tabiri caizse nefes bile almadan pür dikkat başbakanın ağzından çıkacak müjdeyi beklediler.

Sayın Başbakan şöyle bir etrafını süzdü o gür ve tok sesiyle “Benim sevgili vatandaşlarım, yüzde yüzü bana oy vermiş, her sözüme, her isteğime “EVET” demiş sevgili emeklilerim. İktidara geldiğimiz günden beri sizler için çalışıyoruz. Hiç bir zaman sizleri Enflasyona ezdirmedik, bakkala kasaba rezili rüsva etmedik. Hanımlarınızın önünde boynunuzu bükmedik. Biz her zaman ve her zeminde sizlerin hak ve hukukunu gözledik.

Bir ev kirasının kaç lira olduğunun hesabını yaptık. Odunun kömürün kaç lira olduğunu, bir öğrencinin bir senede ailesine kaça mal olduğunu, bir kışı bir emeklinin kaç liraya çıkarabileceğinin hesabını yaptık. Uzmanlarımız, bakanlarımız beş kişilik nüfusa bir ekmeğin yetip yetmeyeceğinin hesabı yaptı. Giyiminizden tutunuzda kuşamınıza kadar, okuyacağınız kitaptan öğlenleri yiyeceğiniz bir simitle, içeceğiniz bir bardak çayın bütçenize nasıl yansıyacağının hesabını yaptık VE….

Sizlere 2011 yılın ilk altı ayında yüzde 4 ikinci altı ayında da yine yüzde 4 olmak üzere toplamda yüzde sekize yakın zam yaptık. Aldığınız maaşla yüzdeleşirse 2011 yılında maaşlarınızda 60 liraya yakın artış olacaktır. Sağlıkla yiyiniz, sağlıkla giyininiz ve ahir ömrünüzde bizlere dua ediniz” diyor dilinden düşürmediği emeklisinin ağzına bir parmak bal sürüyordu.

***

Televizyonlarda bu zam oranı açıklanırken Mikail’in kahvesinde bir kıpırdama görüldü. Yarım saat evvel bir umut içerisinde olan emekliler birden bire neye uğradıklarını şaşırır oldular. PTT’den emekli Mehmet efendinin şekeri çıkıyor, maliyeden emekli Şevket efendinin de tansiyonu yükseliyordu. Sağlıktan emekli Hasan Efendi hemen kırk senelik çantasına sarıldı tansiyon aletini çıkardı “Eyvah Şevket efendinin tansiyonu çok yüksek” dedi.

***

Evdeki divanında haberleri dinleyen Nafıadan emekli Yaşar Efendi verilen zammı duyar duymaz “Ah kalbim” diyerek divanın üzerine yıkılıverdi.

Kocasının boylu boyuna divana yıkıldığını gören Emine Hanım “Ayol böyle iş mi olur kocam aylardır bu zammı bekliyordu insan milyonların beklediği zammı öyle ulu orta açıklar mı? Alıştıra alıştıra açıklasa ya diyerek Başbakan’a tepkisini gösteriyordu.

***

Geçen ay emekli Yaşar efendinin ev sahibi 500 lira olan ev kirasına aylık 60 lira zam yapmış böylelikle Yaşar Efendinin maaşına gelen zam eline geçmeden bir kalemde eriyip gitmişti.. Buna rağmen hayat devam ediyordu ve yine aynı gün fakir fukaranın garip gurebanın sofrasında baş tacı ettiği ekmeğine % 15 zam yapıldığı, elektrik ile doğalgaza da zam geleceği haberi geliyordu. Zavallı Yaşar efendinin gözlerinin önüne cüzdanında ödenmemiş üç elektrik faturası, iki adet telefon faturası ile ödenmemiş altı aylık su faturası gelince kendinden geçiverdi.

***

Yaşar efendi gözlerini açtığında Kardiyoloji bölümünde yatıyordu. Doktorlar Yaşar efendinin yüzüne karşı söylemeseler de Yaşar Efendinin bunca stres içerisinde sürekli tekleyen bir kalple daha fazla yaşayamayacağını söylüyorlardı.

AKP Hükümeti bir oyunu kaybetmek üzeriydi. Çünkü emekli Yaşar Efendi gelecek seçimi görmeyecekti. Yaşar Efendi gidiciydi…

Ne demişti bir şiirinde cennetmekân Necip Fazıl?....

***

Allah'ın bir pulunu bekleye dursun on kul,

Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul,

Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa,

Yaşasın kefenimin kefili kara borsa...

***///***

22 Ekim 2010 tarihli Malatya Hakimiyet Gazetesi ile aynı tarihli Elazığ Nurhak Gazetesinde yayınlanmıştır.Mehmet Şükrü Baş



20 Ekim 2010 Çarşamba

DİKKAT GÖZÜMÜZÜ BOYUYORLAR

MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

DİKKAT GÖZÜMÜZÜ BOYUYORLAR

Ülkemizde cumhuriyet tarihinin en büyük işsizlik sorunu yaşanıyor,

Ülkemizde 16 milyon insanımız açlık, yoksulluk ve sefalet içerisinde

Ülkemiz cumhuriyet tarihinin en yüksek dış borçlanması içerisinde

Ülkemizde İnsanlarımızın yarısından fazlası icralık, ya bankalarda ya da icra dairelerinde dosyaları var. Yani icra kapılarında…

Ülkemizde geçim sıkıntısından boşanmaların, intiharların önü alınamıyor. Aile mahkemeleri ile icra dairelerinde dosya koyacak yer yok. Aile birliğimiz temelinden sarsılıyor, yuvalar yıkılıyor.

Eğitim, sağlık, hukuk imdat çığlıkları atıyor,

Tarımı bitirdiler, hayvancılığı yok ettiler.

Daha sayayım mı?...

***

Yukarıda sayılanların telafisi ile sorumlu AKP fire vermeksizin tam kadro Kızılcahamam’da kampa giriyor. Kampa giriş nedeni yukarıda saydıklarımıza çare bulmak değil referandumda “Hayır” oyu veren kırmızı renkle boyalı kıyı şehirlerimizi gösteren haritayı yani o bölgeleri sarıya boyaya bilmek. Referandumda % 42 “Hayır” oyu veren vatandaşların neden “Hayır” dediklerini, neden istekleri doğrultusunda “Evet” demediklerini araştırmak.

***

Peki ya muhalefetimiz yani Ana Muhalefet partisi CHP’miz o ne yapıyor?...

Efendim oda boş durmuyor. Oda referandumda halkımızın % 58’inin neden “EVET” dediğini araştırıyor.

***

Her ikisi de vatandaşın dertlerine çözüm üretmek yerine kendi ikballeri ile meşgul. Her ikisi de memleketin acil meselelerine el atmıyor açlığa, yoksulluğa yolsuzluğa çare bulmuyor, orta bir noktada buluşamıyor, sağlıklı bir çözüm üretemiyor.

Her ikisi de kanlı bıçaklı buluştukları tek ortak nokta geleceklerini garantiye almak, MHP’yi siyaset sahnesinden indirmek, MHP’yi bitirmek.

***

Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün’ün önünde bir Türkiye haritası var. Bu haritada açlık sınırında bulanan emeklinin, köylünün, siftah etmeden tereklerini kapatan küçük esnafın bulunduğu yörelere bakmıyor, can çekişen köylünün, bitirilen tarımın, yok edilen hayvancılığın hangi bölgelerde olduğuna da bakmıyor. Hangi illerin hangi bölgelerin referandumda “Hayır” dediği kırmızı boyalı yörelere bakıyor ve diyor ki “Referandumda kırmızı ile boyalı hayırcı illeri seçimlerde sarıya boyayacağız”' Mealen ey halkım sahil şeritlerini sarıya boyarken sizlerinde gözlerini boyayacağız diyor.

Amenna ve saddak boyarlar mı boyarlar..

Nihat Ergün referandumda yüzde 42 ‘hayır’ oyu veren illerle ilgili analize hazırlanırken Ergün, kentleri 9 ay sonra yapılması planlanan seçimler açısından değerlendirdi. Ve bu kentlerin seçimlerden sonra mutlaka sarıya boyanacağı müjdesini verdi.

Gördünüz mü müjdeyi?...

***

Bir ülkenin iktidarı böyle olunca muhalefeti de CHP gibi olur. CHP’de boş durmuyor ülkenin asli meselelerine parmak basıp çözüm bulmak yerine yüzde elli sekizin neden “EVET” dediğini araştırıyor.

İktidarın amacı Türkiye haritasını sarıya,

Muhalefetin amacı kırmızıya boyamak

Başarabilirler mi bilemezler mi, onu bilmem ama vatandaşın gözünü boyadıkları muhakkak.

İktidarında, muhalefetinde ülkenin kangren olmuş ana meseleleri ile ilgileri yok. İşleri güçleri Türkiye haritasındaki sarı ve kırmızı renkler. Varsa yoksa referandumdaki kırmızı ve sarı bölgeler. Varsa yoksa önümüzdeki seçimler, varsa yoksa kızlarımızın başındaki örtüler..

İşte biz ve bizleri idare edenler….

***///***

21 Ekim 2010 tarihli Elazığ Nurhak Gazetesi ile aynı tarihli Malatya Hakimiyet Gazetelerinde yayınlanmıştır.M.Ş.Baş

13 Ekim 2010 Çarşamba

ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİSİ














Malatya'da















Manas'ta bir yaş günü Şükrü Kacar Hocam ve Ziya Çarsancaklı














Ben Şükü Kacar Hocam Vali Muammer Muşmal ve...














Ağın'da















Şükrü Kacar Hocam'la bir gezide














Basın mensupları ve Şükrü Kacar hocamla Misland'da















Şükrü Kacar,Güldeniz Hanım ben ve Günerkan bey














Öğretmenim Şükrü Kacar'la Malatya'da














Ben Sükrü Hocam - Şener Bulut ve Recep Bağcı


MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİSİ

(SN.ŞÜKRÜ KACAR VE BEN)

İnsanı mutlu eden bazı oluşumlar ömür dediğimiz bu güzergâhta insanoğlundan uzak gözükse de bazı hallerde kendiliğinden zuhur ediyor. Tıpkı benim sevgili ve muhterem öğretmenim Şükrü Kaçar’la yarım asrı aşkın birlikteliğim gibi.

Sanıyorum 1962 veya 63 yıllarıydı. Mezre Orta Okulunda öğrenciyim. Doğruları konuşmak gerekirse çokta tembel bir öğrenciyim. Zayıf olmayan derslerimin başında da Türkçe dersi, Türkçe dersimize de sevgili ve muhterem öğretmenim Şükrü Kacar geliyor.

***

İşte Şükrü Kacar Öğretmenimi ta o günlerden tanırım. Öğrenciliğimden sonra yollarımız ayrıldı ayda yılda bir rastlayıp hal hatır sormamızın dışında beraberliğimiz olmadı taki 2005 Mayıs ayına kadar. 2005 Mayıs ayında Manas camiasıyla tanıştım. Şükrü Kacar Öğretmenim de bu camiada önemli bir temel taşıydı. Öğretmen-öğrenci saygı ve sevgisi çerçevesinde yeniden aynı çatı altında olmak, birlikte gezmek, birlikte okumak, birlikte düşünmek içerisinde olduk.

***

2005 yılının son aylarına geldiğimizde bendeniz Nurhak Gazetesinde haftada iki gün yazı yazmaya başladım. Muhterem Öğretmenim bu gazetede “Başyazar”dı. 2006 yılına geldiğimizde bende onunla birlikte günlük yazılar yazmaya başladım. Şu anda Sayın Öğretmenim aynı gazetenin Genel Yayın Yönetmeliğini yaparken bende aynı gazetede günlük köşe yazıları yazan bir yazarım.

Yine yan yana, yine gönül gönüleyiz.

***

Böyle bir ortam insanoğlunun hayatında acaba kaç kişiye nasip olur. Öğretmeninle yarım asrı aşkın bir beraberliğin olacak. Onunla birlikte olacaksın, onunla aynı gazetede yazılar yazacaksın. Her yazında “Acaba hocam bu yazımı beğenecek mi, beğenmeyecek mi?” beğenmese kulağımı çekecek mi? endişesini taşıyacak, kendini hala öğrenci sayacaksın. Onunla gezilere çıkacaksın, onunla panellere katılacaksın, onunla hasbihal edip onun fikirlerinden yararlanacaksın.

En önemlisi aynı isimle anılacaksın.

Bu bana kaderimin bir ikramı ve erişilmesi mümkün olmayan bir mutluluk olsa gerek.

***

Ben Şükrü Kacar Öğretmenimle ilgili onlarca yazı yazdım. Onun edebi kişiliğinden bahsettiysem de onu anlatmak gibi bir gafletin içerisinde yer almadım. Çünkü Onu anlatmak benim gücümün dışındadır. Onu anlatmak, onun meziyetlerini sıralamak, onun eserlerinden bahsetmek onun nesir ve şiirdeki ustalığını dile getirmek elbette ki haddimiz değildir Ancak Orta Okulda neden Türkçe dersi dışında hiçbir dersle aram iyi değildi. Bunun da cevabını burada aramamız gerek.

Öğretmenim Şükrü Kacar bu şehirde Belediye Başkanlığı, Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı ve Halk Eğitim Başkanlığı yaptı, müfettişlik yaptı, öğretmenlik, Başöğretmenlik ve Müdürlük yaptı ama kart vizitini “Öğretmen” olarak bastırdı bu da onun gönlündeki eğitim ve eğitimcilik sevdasının boyutlarını göstermektedir. Onun için Şükrü Kacar demek bu şehrin eğitimi ve kültüründeki en önemli temel taşı demektir.

***

Dediğim gibi Sayın Öğretmenimi anlatmak bizim gücümüzün dışına çıkar. Biz onu anlatacak güçte değiliz Onun iznini bile almadan bu satırları yazdığım için umarım bizi bağışlar. Ancak sizler onu, onun ağzından tanımak isterseniz cilt cilt kitaplarını on binleri aşan köşe yazılarını okumak yerine onun bir dörtlüğünü okumanız yeter de artar bile…

İşte o dörtlük!...

Yazmak, çizmek ülkü bende,

Sevgiler bir türkü bende.

Dursam biter, tükenirim,

Sevda olmuş çünkü bende.

***

Bizde diyoruz ki!..

Sakın ola ki durmayasın sevgili ve muhterem hocam. Elinde kalemin, yüreğindeki sevgin, dilindeki türkün asla durmasın.

Bir ömür kalem tutan ellerinden öpüyorum sevgili ve muhterem hocam.

***///***

Mehmet Şükrü Baş 14 Ekim 2010 Elazığ Nurhak Gazetesi

3 Ekim 2010 Pazar

SAVARONA'NIN KARA GÜNLERİ





























Savarona (Gündüz)















Savarona (Gece)




























Bandırma Vapuru Samsun Limanı'nda














Tarihi Bandırma Vapuru üstte
-----------------------------------------
Çocuklarımla birlikte Samsun Parkındaki
Atatürk Anıtı önünde (Altta)









MEHMET ŞÜKRÜ BAŞ

mehmet_sukru_bas@mynet.com

SAVARONA’NIN KARA GÜNLERİ

Sene 1938…

Ulu Önder Atatürk’ün hastalığının su yüzene çıktığı günler;

Ata’nın tedavisinde söz sahibi olan doktorlar bir araya gelir. Ulu Önder Atatürk’ün gün geçtikçe bozulan sağlığına bir nebzede olsa katkısı için Ata’ya deniz havasının iyi geleceğini rapor eder. Yüce meclis bu rapor üzerine Ata’sına bir şükran ifadesi olarak emrine tahsis edilmek üzere bir yat alınmasını kararlaştırır bunun üzerine 1 Milyon 250 bin liraya asıl adı kuğu olan Savarona yatı satın alınır. 24 Mart tarihinde direklerine Türk Bayrağı çekilen Savarona 1 Haziran 1938 tarihinde Ulu Önder’in emrine tahsis edilir.

Ulu Önder Atatürk Savarona’ya yerleştikten sonra “Bir çocuğun oyuncağına kavuştuğunda nasıl sevinirse bende öyle sevindim” diyerek memnuniyetini ifade eder.

1 Haziran’da Savarona’ya yerleşen Ulu Önder Atatürk 23 Temmuza kadar 53 gün bu yatta kalır. Bu yatta dünyanın en büyük liderlerini, krallarını, kraliçelerini, şahlarını ağırlar. Bu arada hastalığı da ağırlaşır. Tedavisinin daha sağlıklı bir ortamda yapılabilmesi için Dolmabahçe Sarayı’na taşınır ve 10 Kasım 1938 günü saat dokuzu beş geçe Yüce Türk Milletini ve o devasa oyuncağını öksüz bırakarak Hakk’ın rahmetine kavuşur.

O anda ülkemizin her yerinde olduğu gibi Savarona’da da şanlı bayrağımız yarıya indirilir.

***

Sene 2010…

Atatürk’ün tarihi mirası, Atamızın Türk Milletine armağanı Savarona’da tarihini, kültürünü örf ve ananelerini bilmeyenlerin gaflet ve dalalet içerisinde olmaları, bazı paragözlerin ihanet içerisinde bulunmaları nedeniyle karı kız ticareti yapılmakta Atatürk’ün manevi hatırasına saygısızlık yapılmaktadır. Ulu Önder Atatürk’ün Akdeniz’in mavi sularını seyrettiği, güvertesinde gezindiği bu gemide ne yazık ki küçük fahişelerin ve cüzdanı şişkin pezevenklerin kahkahaları yükselmektedir. Bu kahkahalar milli duygularımıza, kültürümüze, örf ve ananelerimize hançer olur saplanır.

Savarona’nın bu kara günleri Türk’ü Türklüğünden, İnsanı insanlığından utandırır.

ZİHNİYET FARKI

Büyük oğlum Tokat Turhal’da görevliydi. Torunumu özlemiştim Turhal’a gittim. Benim gönlümde ne kadar büyük bir Atatürk sevgisinin yaşadığını bilen oğlum “Baba seni Samsun’a götüreyim mi?.” Dedi. Dünyalar benim olmuştu Atatürk’ümün 19 Mayısta ayak bastığı topraklara gideceğim, oraları göreceğim için çok sevindim.

Doluştuk arabaya, gittik Samsun’a!...

O gün yeğenlerimde dinlendik. Ertesi gün hepimiz ilk önce 19 Mayıs 1919’da Atatürk’ü Samsun’a getiren ve Samsun limanında demirli bulunan tarihi BANDIRMA VAPURU’NU ziyarete gittik.

BANDIRMA VAPURU’NUN kamaralarını gezdik güvertesine çıktık orası tıklım tıklım doluydu. Ben gayri ihtiyari “Atatürk bu gemiye nasıl sığdı…?” Dedim. Bu sorumu duyanlar garip garip yüzüme bakıyorlardı.Sorumu tekrarladım “O koca insan o Büyük Atatürk böyle küçük bir gemiye nasıl sığar ki…? Dedim. Çünkü benim gönlümde, benim gözümde o Ulu Önder o kadar büyük ki dünya onu tarihlere sığdıramıyor ben onu nasıl bu gemiye sığdırayım!...

Mübalağa ettiğimi sanmayın sevgili okurlarım ben o soruları içimden geldiği gibi sordum.

İşte zihniyet farkı…

Atatürk’ü tanımak, onu anlamak için insanda beyin olması gerek. Beyni olmayanlar Atatürk’ü anlayamazlar, onu gereği gibi tanıyamazlar, onun mirasına sahip çıkamazlar. Atatürk’ün dehasını kahramanlığını, ileri görüşlüğünü anlamayan insanlar küçük düşünür, küçük görürler.

Onlarla bizim aramızdaki fark budur.

Atatürk’ü tanımak akıl gerektirir, beyin gerektirir, iz’an gerektirir. Küçücük bir bakış açısıyla Atatürk’ün ne denli büyük bir devlet ve siyaset adamı olduğu anlaşılamaz. İşte bu idrak tan yoksun olanlar tarihini de bilmezler, atasını da tanımazlar, mirasına da sahiplenmezler. Onlar Atatürk’e küçücük beyinleri ve küçücük yürekleriyle bakarlar onun için Savarona yatını da, Bandırma Vapuru’nu da küçük görür, onlara verilmesi gereken değeri veremezler.

Oysa ben Atamın büyüklüğünü onun dünyaya ve tarihe mal olmuş devlet ve siyaset adamlığını bildiğim için onu bir yerlere sığdıramıyorum. O sadece benim Allah’ın eseri olan gönlüme sığıyor yüreğime sığıyor.

Hal böyle olunca Ata’mın her armağanı başıma bir taç oluyor.

***///***

03 Ekim 2010 tarihli Aktüel dergisinde,

04 Ekim 2010 tarihli Malatya Hakimiyet gazetesi ile...

aynı tarihli Elazığ Nurhak Gazetesinde yayınlanmıştır.